30 Haziran 2018 Cumartesi

Fil Adam / Buket Konur

 
 
 
gerçeklerin bir tokat gibi yüze değdiği pazarlar..
adını bir yapraktan soyadını bir ağaçtan bir kadın. belli ki benden biraz önce gelmiş belli ki benden biraz fazlaca yer edinmiş. hangi parfümü sürünmüş, hangi renge bürümüş dudaklarını kim bilir! benim çarşaflarıma mı serilmiş yoksa koltuğa mı devrilmiş? 
heyecanlanılmış..
bakışılmış..
yazışılmış..
aşkı birçok şekle yakıştıran adam tarafından defalarca öpülmüş.
belki şarap eşlik etmiştir dokunuşlara.
belki daha önce hiç denenmemiş bir şeyi, ilk akla gelmeyeni yaşamışlardır. farkı var mıdır!

aşkı bacak arasına almanın saltanıtını süren adam, ceketini asla iliklemeyen, göbeğini hiç ütülemeyen adam.

minnet duygusundan arınıp gerçeğe yüzünü dönünce kadına sırtını yaslamayan adam.

kocaman bir fil gibi bazen ama onların duygusallığından zerre nasiplenmemiş adam.

gelip uzun uzun çok sevdiğinden bahsedebilir; evet en çok da bu en güzel yalanına inandırabilir. 
gelip filleri, beni, ona sunduğum her şeyi nasıl benimsediğini anlatabilir saatlerce.
ki bu saatlerce yalan söylerken susuz kalmaması gibi bir şeydir; saatlerce sevişirken terlememesi gibi bir şeydir; saatlerce uyurken rüya görmemesi gibi bir şeydir; tutkuyla öpüşürken zihninden binlerce kadını geçirmesi gibi bir şeydir.

ki bu hep ‘en’mişsiniz gibi davranılıp ‘son’lanamamanız gibi bir şey değildir. bu ‘an’da kalmanız gibi bir şeydir, aklında olmamanız gibi bir şeydir.

bu sizi siz yapan şeylerden epey ötededir.

sonra biter.
bitmesi gerektiği için biter.
bitmemesinin bitmesinden bir farkı olmadığı için biter.
adını bir yapraktan soyadını bir ağaçtan alan kadın geldiği için de bitmez; gelip geçtiği için de bitmez...
bitmemesi başladığı anlamına gelmediği için biter.
her şeyi bilip görürken kalmadığınız için biter.
kaldığınızı sandığınız yerin asla salon ya da mutfak olmadığını bildiğiniz için biter.

bazen aldatmayı seven adamları aldanmayı seven kadınlara; hiç acımadan bırakmak gerekir. bazen bile bile aldanmak ama bir yerde de durmak gerekir.

sonra bir şey olur biter.
kendinizi kandırma sürecinin sonuna gelirsiniz; size ayrılan yatağın ruhunuza ağır geldiğine emin oluverirsiniz. bazen gözünüzü açmayı göz kırpışlara tercih ediverirsiniz.

sonra bir şey olur biter.
başlasın diye belki de; iyi bir şeyler.



 

Kağıttan Sesler / Erhan Sertbaş


 
 
 
Ömer Dinkçioğlu’na


Basmakalıp rüyalardan uyandığım bir sabah fark ettim onu. Sabahın seslerine katılan yeni kuşu. Gecenin aykırı seslerini duyup uyanmak, sonra yeniden uyumak, sonra şehrin başka seslerini duymak, bir kez daha uyanmak hep olağan şeyler benim için. Bu kuşun ötüşü hariç. Çok sıra dışı, beni uyandırmıyor ama kulağım onu arıyor artık sabahları. Gün doğarken sadece yirmi dakika, belki otuz; ötüyor ve kayboluyor. Güzel, dolu, doygun bir ıslığı andıran sesini salıyor sabahın ıssızlığına. Güneşi görünceye değin süren bir gösteri onunki. Önce kısa bir ıslık, ardından uzun bir tane ve sonunda bir es. Bence şöyle demek istiyor; [ ; 1 ‘ ] . (Durun. Başlıyorum. Ve dahası var.)

Aslında sese odaklanınca ötüşten çok bir eyleme çağırıyor gibi. Yeni bir gün doğuyor, uyanın ve onu karşılayın diyor bence. Hala hayattasınız, bir gecenin karanlığı daha devrildi. Uyanın ve bana katılın diyor içli içli.

Yaz gelmiş. Bu ötüşten belli ve ben bu kuşla mutlaka tanışmalıyım.

Kulaklarımın bu sesin peşine düştüğü sabahların birinde araya bir yavru kedinin acıklı haykırışları karıştı. Ne zaman ağlayan bir bebek, bir hayvanın yavrusunu duysam içim acır. Dayanamam, ararım. Dur dedim kendime, ararsın, biraz daha aydınlansın ortalık. Gün aydıkça ana caddenin sesleri de dolmaya başladı kulaklarıma. Otomobil sesleri, motosiklet sesleri derken otobüsler de kervana katıldı. Gün boyunca havalı frenlerinden, havalı süspansiyonlarından, havalı kapılarından fışkıran fısıltıları, ruhunu kaybetmiş yılanlar gibi etrafa saçıyor belediye otobüsleri. Yorgun ve karaktersiz. Bazen bu şehir fısıltısını ambulansların heyecanlı feryatları bastırıyor ama içindekilerin bu telaşa katıldıklarını pek sanmıyorum. Yolculuk boyunca ambulansın şoförü kazanılmış bir önceliğin iktidarını sürerken, egosu mastürbasyonun doruklarında geziyor çoğunlukla. Şehir elbirliğiyle gürültüye uyanıyor.

Gün içinde bir yandan işlerimi yaparken bir yandan da durmaksızın ağlayan kedi yavrusuna kayıyordu dikkatim. Birkaç kez yerini bulurum diye balkona çıkıp çevreyi dikkatlice izledim. Yalvararak ağlıyor ama nerede olduğu belli değil. Ana caddeyi ortasından bölen yeşil alandaki mazgallardan birine yoğunlaştım. Ses bazen artarak bazen zayıflayarak yayılıyordu sanki bu delikten. Telefonum, anahtarım, yavru kediyi koyabileceğim bir kutu ve ellerimi korumak için eski bir tişört alıp caddeye indim. Caddeyi ortasından bölen yeşil alana geçtim ve gelen arabalara da dikkat ederek yağmur suyu giderine doğru eğildim. Mazgalın, kaldırımın yan yüzüne dik olarak yapılmış girişinde demir ızgara yok, üzeri de beton kapaklarla örtülmüş. Sanırım buradan girmiş. Ufacık, gri bir yavru kedi. Hem korkmuş, hem de yorgunluktan bitmiş halde beton kapakların dibinde ağlıyordu. Başımı kaldırıp yattığım yerden doğruldum ve sağ elime tişörtü sardım. O sırada iki genç kız ve köpeğini gezdiren bir delikanlı da kurtarma ekibine dahil oldular. Önce genç adamın yardımıyla beton kapakları yerinden kaydırdık sonra ben tişörtlü elimle yavru kediyi aldım biraz sevdim ve kutuya koydum. Tam, annesi nerde acaba, nereye götürsek sorularını yanıtlarken, bir anda caddenin karşısından yükselen bağırış ve naralarla kesildi konuşmamız.

Otuzlu yaşlarında görünen bir adam, etrafa tehditler savurup, sallanarak caddenin karşısındaki lokantanın müşterilerini ve sahiplerini korkuttu elindeki kırık bira şişesiyle. Lokantayla bitmemiş bir hesabı var anlaşılan. Bağırışlar, küfürler bitmek bilmiyor. Öteki elinde bir naylon torba var. Üzerinde çiçek desenleri olan, tuhafiyecilerin, kırtasiyecilerin kullandıkları türden. Lokantanın sahipleri ve çalışanlarına ağdalı küfürler ettikten sonra, sanki içtiği ne haltsa yetmiyormuş gibi yan binanın altındaki tekel bayiine doğru seğirtti. Açıkçası ben hala içmeye devam edeceğini düşünürken o daha kararlı bir adım attı. Üzerinde kocaman, kırmızı çiçek resmi basılı olan naylon torbasını bira kasalarının hemen yanına dikkate değer bir özenle yerleştirdi. O anda sahip olduğu tek şeyi, yaklaşan kargaşadan korumak niyetinde olduğu belli. Ortalık sakinleşince bıraktığı yere dönecek ve torbasını alacak. İçindekinin önemli bir şey olduğunu sanmıyorum ama mal canın yongası, vaz geçmeye niyeti yok. Ve bütün sarhoşluğuna karşın yaptığı her şey planlı, yani kanlı bir şiddet göstermekten çok, mağduru oynuyor ama öfkeli mağdur. Biraz sonra polisler gelecek, o da bunu biliyor. Elindeki kırık şişeyi attı ve kasaların en yakınındakinden iki boş bira şişesi aldı, birini diğerine vurarak, ötekini de bir kol uzağındaki apartmanın bahçe duvarında kırdı. Her iki şişeyi de gövdeleri tamamen kırılıp boyunları kalacak şekilde ufalttı. Belli ki bu işte ustalaşmış. Şimdi elinde kısa ama keskin ve aynı zamanda ölümcül sayılabilecek iki silah var. Sarhoş olması bu işteki ustalığını engellemiyor; daha önce kaç kez yaptı kim bilir. Bütün bu hazırlık sürecini az önce başladığı küfürlerle süslemeyi de unutmadı.

O anda ekip arabasından inen, biri diğerine göre yaş ve hacim olarak büyük iki polisten büyük olanı;

“Bırak lan elindekileri, hadi gidiyoruz” deyince az önceki kahramanlığının yönünü polislere çevirdi.

“Abi ben polis için, asker için ölürüm. Gözünüzü seveyim yaklaşmayın, doğrarım kendimi” dedi ve sol eliyle tişörtünü sıyırıp çıkarırken diğer elindeki şişeden bozma silahını karnına iyice dayadı. Sonra tişörtünü bıraktı ve sağ elindeki şişeyi, gözünü polislerden ayırmadan sol koluna sürtmeye çalıştı. Kendini kesmeye pek kararlı görünmüyor. Polisler yaklaşmaya başlayınca önünde durduğu apartmanın bahçesine girerek arkaya doğru kaçtı. Bütün bu tiyatroyu izlediğim ana caddenin ortasındaki geniş yeşil kuşağın görüş açısı burada noktalandı. Eğer devamını izleyeceksem peşlerinden gitmeliydim. Gitmedim. Sesler yeter bana. Ve bu kedinin annesini bulmam gerek. Genç kızlardan birinin kucağında gözleri kapalı şarkı söylüyor.

İnsan kedilere yakınlık duymaya başlayınca sokakta hangi kedi hamile, hangisi doğurdu, babaları kim merak ediyor ve ister istemez izliyor. Bizim yavru kedinin ailesi de az önceki olaylı lokantanın arkasında yaşıyor. Birazdan annesiyle buluşacak. Ama birden beklenmedik bir şey oldu. Caddenin biraz aşağısındaki bir apartmanın terasından bizim sarhoşun narası yükseldi;

“Yaklaşmayın lan! Atarım kendimi!”

Teras duvarının hemen dışında, alt katın panjur dolabının üzerinde, yüzü caddeye dönük gösterisine devam ediyor. Sirklerdeki trapezciler gibi. Elleri arkasından teras duvarının harpuştasını tutuyor sıkıca, sallanıyor ama kendini bırakmıyor. Aynı anda panjur dolabının üzerinde ileri geri dikkatlice gidip geliyor. Polisler de arkasında.

Bir süre sonra trafik durdu, meraklılar toplanmaya başladı. Cep telefonları çıkarıldı, fotoğraflar, videolar çekildi, interneti çok olanlar canlı yayın bile yaptı. Genç adam yirmi dakika sonra ikna edildi ve gösteri, ambulansa bindirilip gönderildiği hastanenin “Acil” yazan soğutucusunda sona erdi.

Sahile gitmeliyim. Bu kadar gerilimi ancak deniz alır üzerimden. Belki birkaç kişiyle karşılaşırım, belki biraz soğur bu heyecan.

Yavru kediyi anasının yanına sağ salim bıraktım ve eve çıkıp çantamı, iki soğuk birayı alıp sahilin yolunu tuttum. Yoldan da büyük bir paket kraker aldım. Kumrular ve serçeler için. Pek seviyorlar.

Oturduğumuz yer, bazen ufkuna boş boş baktığımız bir çıkıntı. Denizden az yüksekçe bir düzlük ya da karayolundan çalınmış bir cep. Üç tane palmiyenin köklerini korumak için yapılmış bir kaldırımın üzerinde oturuyoruz. Deniz bazen iyi bazen kızgın. Buraya “Balkon” diyoruz biz gedikliler. Arkamızda sahil boyunca akan bir ana cadde var.

Büyücüler Meydanının Çaycı Tekin’i ne zaman boşları almaya gelse; “Keşke bütün boşları alabilsen” derdim. Burası o boşları denize bıraktığım yer. Bana benzeyen, benim gibi düşünen başkaları da var elbette. Öğleden sonraları, bazen akşamın erken saatlerine kadar iki, üç biranın eşliğinde boşluklarımızı paylaştığımız insanlar. Bir ressam, iki müzisyen, bir şair ve ben müdavimleriyiz bu soğuk kaldırım taşının.

Balkona ulaştığımda Şair, köpeköldürenini çoktan yarılamıştı. Selam verip yanına iliştim. Bir süre konuşmadan ufkun boşluğuna baktık. Serçeler geldi, biraz kraker verdim. Sonra kumrular birer ikişer yeme ortak oldular. Bir bira açtım. O sırada Ressam geldi, selam verdi ve o da bir süre konuşmadan oturup elindeki poğaçalarla serçeleri ve kumruları şişmanlatmaya başladı. Çok geçmeden müzisyenler de bu garip topluluğa katılmıştı. İlk lafı kim açacak diye yükselen merakı, ben sarhoşu ve kediyi anlatarak söndürdüm.

Balkonda boş bakılır ama boş konuşulmaz. İş konuşulmaz, lafa girilmez, söz biter, sahibinde kalır.  

“Sanırım” dedim. “Bütün bu gürültüden egosuna yeterince pay çıkaramazsa eve döndüğünde ilk işi karısını dövmek olacak. Bütün suçu onun ve çocukların üzerine yıkıp ikinci ve en gizli gösterisini evde yapacak. Gizli diyorum ama değil. Komşular duyacaklar; “Bize ne” deyip karışmayacaklar. Belki de polisler, doktorlar, hemşireler ve diğer insanlar ona iyi davranacak. Kendini yeterince acındırdığını, şefkatle dolduğunu hissedecek. Bu dilencilik hangimizde yok ki? Yüreği yükselecek, kendini yenilmez hissetmesini sağlayacak yakınlarındaki insanlar. Eve döndüğünde karısını yine dövecek. Yenilmez olduğunu kanıtlamak adına.”

O bildiğimiz kısa sessizliklerden biri girdi araya.

“Hayatının sonuna değin hükümsüz bir anahtar gibi nereyi, hangi kapıyı açtığı belli olmayan, belki hiçbir kapıyı açamayan bir zavallıya dönüşmüş olarak yaşayacak. Ne yapıyoruz biz bu insanlara böyle?”

“Belki şöyle bir şeydir” dedi Şair* kaşının birini kaldırıp seyrelmiş beyaz saçlarını eliyle geriye doğru tarayarak;

suya eğildi adam
arıyordu
az önce denize düşen
bir yağmur damlasını

(hiç geçmediği sokaklardan gelmişti kıyıya)

suya eğildi adam
gözlerini kapadı, gördü
diplerde yatanı
cesedi sağlam, ruhu delik deşik

(solgun dudakları, süzülüyordu kırlara)

gözlerini açtı, arıyordu az önce
denize düşen yağmur damlasını
o damla
son hızla dimdik düşmüştü suya

(yitip gittiğini anlamıştı, kaygılı tedirgin dalgalarda)

denize yakın mağaralarda
bir susuzluk duyarsan
avucuna alıp
tutabilirsin

adam kalktı, hiç gitmediği evler
hiç geçmediği sokaklar
hiç tanımadığı ağaçlar, arasından
yürüdü gerisin geriye...

 

“Bence buna bir ezgi eklemek gerek. Bestelemek mi demeli karar veremedim. Ama kesinlikle bir müzik istiyor” dedi Ressam. Hep birlikte onayladık. Şair belli belirsiz bir “Bakarız” sözüyle geçiştirdi öneriyi.

“Nasıl hatırlıyorsun Abi bütün bunları?” dedim.

“Az yazarsan unutmazsın” dedi sigaradan artakalan sesiyle.

“Az yazmak dedin de, o mektup geldi aklıma bak.”

“Hangi mektup?” diye sordu Gitarist.

“Öylesine, sıradan bir mektup. Ben hiçbir mektubu okumam” dedim kararlılıkla. “Çünkü yazıldığı andaki bütün duygusu bana ulaşıncaya değin soğur, yorulur. Kağıttan seslere dönüşür bütün o mektuplar. O yüzden okumam ben onları.  Sadece o son mektup bekliyor panoma asılı halde. Bütün mektupları, kimden gelirse gelsin açmadan yakarım; o hariç. Onu bekletme nedenim sahibinin artık yazamayacak olması. Çıkarken yine gözüme ilişti ve ben yine onu okumaktan kaçmanın bir yolunu buldum.”

“Bakkala gidiyorum ben, dedim, cevabını beklemeden. Kimse de cevap vermedi zaten. Çıktım evden.”

Gülüştük.

Belki benim onu okumaya cesaretim yoktur” diye mırıldandım dalgaların gürültüsü arasına. Kimse duymadı.

“Atlasaydı ayakkabıları ayağından fırlar mıydı acaba?” dedi Viyolacı. Aslında viyolayı çok sevdiği için ona böyle diyoruz, özünde bir basçı o.

“Kim? Sarhoş mu?” dedi gitarist.

“Evet” dedi. “Atlasaydı ayakkabıları ayağından fırlar mıydı?” Bir süre sustu, birasından bir yudum aldı ve sürdürdü konuşmasını;

”Ben hiç bağcıksız ayakkabı giymem. Neden olduğunu biliyorum ama söylemekten korkuyorum.” Bizden beklediği ısrarı verince anlatmaya devam etti.

“Çocukluğumda gördüğüm trafik kazaları yüzünden. Hani yayaların karıştığı kazalar vardır ya. İşte onlar. Yaya yerde yatıyordur, yaralıdır ya da ölmek üzeredir, belki de ölmüştür. Çoğunlukla bütün bir insan görürsünüz. Ama ben onları hep eksik bulurdum. Ayakları çıplak olurdu. Ayakkabılarını arasanız belki bulurdunuz ya da olay yerine gelirken gözünüze ilişirdi tek bir mokasen. Hep şöyle düşünmüşümdür; şimdi ayağa kalksa, evine yalınayak mı gidecek? Nasıl bir korkuysa benimkisi. Yıllar sonra bir arkadaşım bununla ilgili bir sav ileri sürdü ya da duyduğunu söyledi. Eğer yayaların karıştığı bir trafik kazasında yayanın ayakkabıları ayağından çıkıp etrafa dağılmışsa sonuç yüzde doksan ölüm olurmuş. Belki ölmemek için bağcıklı ayakkabı alıyorum hep, belki bu ölüm korkusudur bendeki kim bilir?

“Gerçekten hiç bağcıksız ayakkabın yok mu?” diye sordu Şair.

“Evet yok. On üç yaşımdan beri bütün ayakkabılarım bağcıklı.” Birasından içti biraz ve devam etti; “Belki diyorum, bu adamın da derin bir ölüm korkusu var. Ha? Ne dersiniz?”

“Nereden vardın bu kanıya” dedi Şair.

“Torbası. Naylon torbası. Onu özenle koruyor. Ölmek istese o kadar değer vermez. O her neyse çok önemli ya da benim bağcıklı ayakkabılarım gibi yaşamla arasında sıra dışı bir bağ.”

“Belki çok ilgisiz kalacak söyleyeceklerim ama görünenin dışındaki bir dünyadan söz ediyoruz sanki” dedi Gitarist. “Bana yıllar önce yaşadığım bir şeyi hatırlattı.”

“O zamanlar kardeşimle beraber babadan kalma dükkanı işletiyoruz. Perşembe Pazarında bir hırdavatçı dükkanı. Gecenin kör saati. On olmuş. Misafirimiz var; konservatuarda öğretim üyesi olan bir profesör. Keyifli bir sohbet sürüyor o daracık dükkanın içinde. Havadan sudan konuşuyoruz ama konu yine dolanıp müziğe geliyor. Bir ara profesör adını hatırlayamadığı bir gitar sanatçısına getirdi konuyu.”

“Hani bir müzisyen vardı” dedi. “Klasik gitar virtüözü. Hatta “gitar genius” derler kendisine. Kimdi ya? Hay Allah çıkaramadım şimdi. Gotik ya da, yok yok Barok bir tarzı var, İspanyol kendisi.”

Yüzünde bilen ama hay aksi hatırlayamadım ifadesi var. Oldum olası sevmemişimdir bu tavrı. Fazla kibirli bulurum. Neyse.

“Andres Segovia mı?” dedim. Profesörün yüzündeki şaşkınlık bütün İstanbul’a yeterdi sanırım.

“Yuh!” dedi. “Gecenin onu olmuş, Perşembe Pazarında bir hırdavatçı dükkanında bir hırdavatçı Andres Segovia’yı biliyor.”

“Yuh!”

“Sevinsem mi, üzülsem mi bilemedim. Galiba bazılarımızdaki istek, bilginin tekelini kırabiliyor. Ya da görünen her zaman görünmeyen bir derinliğe sahip olabiliyor. Şaşırtıcı olan bu sanırım.”

“Profesörle bir daha görüştünüz mü?” diye sordu Viyolacı, bıyık altına gizlediği gülümsemeyle.

“Evet, birkaç kez bir araya geldik ama eskisi kadar heyecanlı değildi sohbetlerimiz. Giderek o da uzaklaştı ve gelmez oldu bir süre sonra. Bizim için değişen çok şey olmadı. Müzik yapmaya devam ettik.”

“Ben de geçenlerde buna benzer bir duygu yaşadım. Bana sorarsanız çok gerçeküstü” dedi Ressam. Büyükçe bir yudum aldı birasından. Boyalı ellerine baktı önce, denize doğru bir elini uzatıp parmaklarını açtı, inceliyormuş gibi başını sağa sola oynattı. Tırnak aralarına girmiş boya parçalarını temizler gibi yaptı. Ama sıkılıp dudağının kenarına yapışmış sigarasının ucuna yenisini ekledi ve anlatmaya başladı.

“Tuvalin başına öylesine çöreklendiğim bir gündü. Bir şeyler karaladım. Beğenmedim ve üzerine yeni bir şeyler daha karaladım. Günlerdir aklımı zorlayan bir şey var ama çıkmıyor. Sonra oturdum karşısına bir sigara yaktım. Sağına baktım, olmadı solundan izledim bir halta benzetemedim. Ne diye çizdiysem? Sonra birden gözümün daldığını, görümün değiştiğini algıladım. Arada bir öteki evrenin pencerelerinden biri açılıyor, seçilemez görüntüler akıyordu bu tarafa. Sonra birden bir kadın belirdi bu çerçevelerin birinin içinde. Botero’nun resimlerinden birini andırıyordu. Sanki sanatçı resme başlamış ama yarım bırakmıştı. Kadının belinden üstünü çizmiş, boyamış; fonda yapmayı düşündüğü evleri karakalem bırakıp boyamamıştı. Belli belirsiz hissediliyorlardı.  Kadın, silindire benzeyen kollarını olmayan bir pencerenin pervazına dayamış gibi duruyordu ve çerçevede bu çizginin altında hiçbir şey yoktu. Biran hareketlendi, o tombik kollarından birini sallayıp veda etti ve gözden kayboldu. Bulunduğu pencere de kadın kaybolurken bir parça kağıda dönüştü, sallana, nazlana düşerek yere kondu. Bu sürecin bir sese dönüşeceğini asla bilemezdim ama konma sesi bu güne değin duyduğum en güzel ezgiye dönüştü.” Sustu. Biraz daha bira içti ve devam etti;

“Gerçek siyahı bulduğumu hissediyordum. Tuvale vurmaya başladım o siyahla. Bir, üç, beş derken alıp başını giden siyaha tutuldum. Sanki benden bir şey çalıyordu. Bana ait bir şey. Bir gizem, bir sihir… bir ses… benden tuvale akan bir müzik vardı ortada… o eşsiz, tarifsiz siyaha bulanmış…”

“Görüntü aniden kayboldu ve kendime geldim. İster istemez düşünmeye başladım. İnsan yaptığı resme müziği nasıl yerleştirebilir? Ya da bir müzik bir resme nasıl sızabilir? Dahası müzik nasıl seslerden renge dönüşebilir? Bir gün çözeceğimi biliyorum” dedi ve ekledi;

“Eminim senin profesör biliyordur.”

Küçük neşeli kahkahalar yayıldı denize doğru.

Sohbet, içkilerin boyu kadar sürdü. Hepimiz bitirdikten sonra görüşmek üzere dağıldık. Eve döndüm.

Günlük işlerime kaldığım yerden devam ederken yine onu duymaya başladım. Bir ses var kafamda, bilmediğim bir dili konuşuyor. Ama her nasılsa ben anlıyorum onu. Beni mutlu ediyor hep. Öyle akıcı ki. Sonra ben onu hiç farkında olmadan bildiğimiz dünyaya çeviriyorum. Çevreden gelen sesler de öyle. Örneğin televizyonda İngilizce konuşan bir adamın söyledikleri. “Take off”, “mine” gibi. Ses sanki bir arabanın ya da motosikletin değil de konuşan birinin sesi gibi. Belki de ben onları öyle duymak istiyorum. Şekillendiriyorum, eğip büküyorum, kim bilir. Mesela şu gezgin vantilatör. Varla yok arasında tıkırdamaya benzer bir ses çıkarıyor önce, ardından bir vınlamaya dönüşüyor. Galiba günlük hayatta konuşan insanlar da seslerini böyle bir akışla kullanıyorlar. Bu sesleri birleştirince vantilatörden gelen ses şuna dönüşüyor; “She’s gone.”

Mektup okumayı öğrenmem gerek.

Bir insan söyleyebileceği en tehlikeli yalanı kendisine söylüyor sanırım. Yatağa gittim.

Altı saat sonra paramparça bir uykudan uyandığımda ben de kendimi paramparça hissediyordum. İnsan her uyandığında uzuvlarını daha doğrusu duyularını kontrol eder mi? Aynaya bakarsınız örneğin; kendinizi göremiyorsanız aklınıza ilk gelen kör olduğunuz değildir. Ortamdaki başka koşulların yetersiz olduğunu düşünürsünüz. İnsan her gün kör olmaz ki; nereden bilecek kör olacağı günün o gün olduğunu. Ya da kulaklarınız, siz istemeden bile her şeyi duyar. Ya duymasaydı, sağır oldum der miydiniz? Ya konuşamasaydınız? Sesiniz çıkmasaydı. Sabah aynaya bakarken dünyanın en yakası açılmadık küfürlerini her dilden söyleyerek kendinize “Günaydın” diyebilir miydiniz?

Derken o büyülü ıslık sabahı doldurdu yine. “Durun. Başlıyorum. Ve dahası var.”

Aynaya dönüp içindeki adamın ellerine baktım. Biri var avuçlarında; seslerle kırılıyor. İnsana ait sesler kırıyor onu. Saçlarından, tırnak uçlarından kırılıyor, toza dönüşüyor. Sonra gözleri, gülüşü, kahkahası, umutları, yüreği, aklı kırılıp karışıyor tozlara. Konuşulamıyor karşısında sadece aklınızdan geçenler yüzünüze akan bir ifadeye dönüşüyor. Bir süre sonra, düşündükleriniz de onu kırmaya başlıyor. Düşünceler çatışıyor ve kırılıyor. Tane tane, zerre zerre dağılıyor havaya; ellerinde bir kınalı leke sesi. Haykırıyor sanki;

“Kağıttan sesler yoktur.”

 

Erhan Sertbaş

Haziran 2018

Antalya

 



Dipnot:
*Şiir Ömer Dinkçioğlu’na ait, 16 Aralık 2010 tarihli. Henüz hiçbir yerde yayımlanmamış.

 

 

 

 

PİSAGOR'DAN BİLGELİĞİ ARAYANLARA 10 ALTIN ANAHTAR / Achilles Valentin





Pisagor'un, milattan önce 600 ile 590 yılları arasında doğduğu düşünülmektedir. Yaklaşık 100 yıl yaşadığı rivayet edilir. Genellikle sayıların babası olarak bilinir. Doğumu ile ilgili birçok ilgi çekici efsane anlatılır. Bunlardan bazıları Hz. İsa ile ilgili anlatılanlarla çarpıcı benzerlikler taşır.

Öğretilerine bakıldığında batı ve doğu felsefelerine tam olarak hâkim olduğu kolaylıkla anlaşılır. Kimi İslam düşünürlerinin Pisagor’dan ve onun öğretilerinden beslendiği bugün bilinen bir gerçek.

Pisagor, kendisine filozof diyen tarihteki ilk kişi. Dünya bu kelimeyi ona borçludur da diyebiliriz. Ondan önce bilge insanlara ‘veli’ ya da “bilen” gibi isimler veriliyordu. Pisagor, ‘bilgi sever’ ya da “bilgiyi arayan’ anlamına gelen filozof kelimesini kullanarak bir anlamda alçakgönüllülüğünü de ispat etmiş.

Bu kadar dolu ve öğreten birinin hayatını kısa alıntılarla anlatmak pek mümkün değil. Malum internetten okunanların sadece ve kısa olması gerekiyor. Öyleyse Pisagor’un altın anahtarlarına ‘kısaca’ bir bakalım.

1-HALKIN YOLUNDAN ÇEKİL VE FAZLA ÇİĞNENMEMİŞ YOLLARDAN YÜRÜ

Bilgeliğin kalabalıkların yürüdüğü yollarda bulunamayacağını özetleyen bu söz; bilgeliği arayanların onu yalnız araması gerektiğini söyler.

2- TANRILARIN ÖRNEĞİNİ TAKİP EDEREK HER ŞEYDEN ÖNCE DİLİNE HÂKİM OL

Söz, insanı yanlış temsil edebilir. Ne söyleyeceğine emin değilsen sessizliği seçmelisin.

3-RÜZGÂR ESİYOR, SESE TAP

Burada anlatılmak istenen Tanrı’nın “Ol” kelimesinin elementlerin sesinde işitildiğidir. Doğadaki her şeyin uyum, ritim ve belli bir düzenle Tanrı’nın özelliklerini tezahür ettirdiği hatırlatılıyor.

4-İNSANA YÜKÜNÜ KALDIRMADA YARDIM ET, AMA ONU YERE BIRAKMASINA YARDIM ETME

Gayret gösterene yardım edilmesi, ancak kişi kendi sorumluluklarından kaçındığında yardımın kesilmesi gerektiği öğütleniyor. Pisagorcu öğretiye göre tembelliğin teşvik edilmesi en büyük günahtır.

5-ELİNDE IŞIK OLMADAN PİSAGORCU KONULARDA KONUŞMA

Ruhani ve entelektüel bir aydınlanma olmadan gizli bilimler ve Tanrı’nın sırları konusunda yoruma kalkışılmamalı. Öğrendim sandığın şeyleri başkalarına anlatma hevesini körelt.

6-EVİNDEN ÇIKTIKTAN SONRA ASLA GERİ DÖNME, ÇÜNKÜ PERİLER SANA YOLDAŞLIK ETMEKTEDİR.

Hakikati aramaya başlayıp sırrın bir kısmını öğrendikten sonra eski cehalet ve kusur yaşantısına geri dönenler büyük acılar çekeceklerdir; çünkü İlahi dünya hakkında hiçbir şey bilmemek, öğrenmeyi yarıda bırakmaktan daha iyidir.

7-BİR HOROZ BESLE, AMA ONU ASLA KURBAN ETME.

Horoz, Pisagorcu öğretide hem insan bedenini hem de hayatı simgelemektedir. Burada anlatılmak istenen iki önemli ders var. Birincisi hayatın kutsal olduğu ve Tanrı’ya sunu olarak bile bir canlı yok edilmemesi gerektiğidir. İkincisi ise bedenin ilahiliğin en değerli ifade aracı olduğu için korunması ve ona özen gösterilmesi gerektiğidir.

8-KIRLANGIÇLARIN EVİNE YUVA YAPMASINA İZİN VERME

Hakikati arayanlar, geçici düşünceleri aklından uzaklaştırması ve düzeysiz insanları hayatına sokmaması konusunda uyarılmaktadır. Kişi etrafını her zaman ilham veren düşünürler ve çalışkan insanlarla donatmalıdır.

9-SAĞ ELİNİ HERKESE KOLAYCA VERME

Bu söz müride, kendine hâkim olması ve takdir edemeyeceklere hikmetini ve bilgeliğini (sağ elini) uzatmaması gerektiğini öğütler. Burada el, cehalet yüzünden düşenleri kaldıran Hakikati temsil ediyor. Fakat kalbi ve aklı ölü olanların çoğu hikmet istemediği için onlar kendilerine nezaketle uzatılacak eli keseceklerdir. Cahil yığınlarını ancak zaman tedavi edecektir.

10-YATAKTAN ÇIKTIKTAN SONRA PİJAMALARINI KATLA VE ÇARŞAFTAKİ UYKU İZLERİNİ SİL

Cehalet uykusundan uyananların daha önceki ruhani karanlıklarının izlerini silmeyi öğütlüyor. Çünkü yoldan geçen bilge ardında daha akılsız ve kör olanların put yapmak için kalıp olarak kullanacağı izler bırakmaz.

Yol / Selin Köken





Hayat, uzun bir aidiyet meselesi belki de...

Göz açıp kapatıncaya dek öğrendiğin, edindiğin, alıştığın tüm süregelişlerin en labirent olanı.

Ben, üçüncü on yıla yaklaşmışken, ne çok adres ezberledim,

Ne çok sokakta kayboldum bir bilseniz.

 

Çocukluğuma ait pek anım yoktu,

ama hatırladığım bir kaç sahne de hep bir arabanın arka koltuğunda el sallayan kız çocuğuydu.

Kendi yansımanın arkasında kesik kesik akan yolun şeritleri, sürekli değişen yeşilin tonları, ön koltukta annem ve yol tabelaları...

Alıştıklarımı bırakmak zorunda kaldım.

Yabancı kaldıklarımı taşımak

Çocukken ne kadar da basitti her şey oysa ki

Arka koltuktan ön koltuğa transfer olduğum da biliyordum ki

Gitmem gerek

Başka bir yöne, arka fonda başka bir müzikle...

Kendim gibi yolda bulduğum dostlarla, tamamen plansız kararlarla, sırf yolu izlemek için dünyanın bir ucuna gitmek

Her yol, zihnimde bir kıvrım daha açtı belki, kim bilir.

Ağzımızı açıp iki laf etmemişizdir bütün yol

Hayatı susarakta paylaşmaktır beraber yolcu olmak,

Konuşmadan sarıldık birbirimize

Bu gece uzaktan sarılmanın değerini bir kez daha anladıysak

Tamamdır.

 

Ben eve dönüyorum şimdi

Çok şey var aklımda

Tartım, terazim

Valimizi tartmaya benzemiyor hiç

insan olamanın kantarı

Yol zordur elbet başka bir yöne, arka fonda başka bir müzikle

Ama yola çıkmak yeni bir başlangıç yapmaktır.

 Yola çıkmalı…

 

En Büyük Yeteneğim Kimsesiz Yaşayabilmek / Firkan Gülaydın




Koca şehrin görmezden geldiği, hiçbir seçim vaadinde yeri olmayan, petrol kadar etmeyen küçük çocuk!

Yerden özenle seçtiği taşlardan birini bana uzattı. ‘’Al abi bu sana şans getirecek’’ boncuk gözlerini tekrar yere eğdi. ‘’ Bugün benimle ilk konuşan kişi sensin. ‘’ Dedi. Sustum. Saate baktım akşam çökmek üzereydi. ‘’ Benim en iyi yeteneğim yerdeki taşların içinden faklı ve güzel olanları ayırıp biriktirmek!’’ Dedi. Gülümsedim.

Bir süre onu izledim. Yanından onlarca insan geçiyor ama kimse onu fark etmiyordu. Biraz sohbet ettik. ‘’ Biliyor musun abi, ben kimsesizim. ‘’ Dedi. Bende kimsesizim dedim. O an gözleri ışıldadı. Acısını anlayacak bir ortak olarak görmüştü beni. Kimsesiz olmak ne demek biliyor musun, dedim. Hayır dercesine başını salladı.

Kimsesiz olmak, yanında annenin babanın olmaması demek değildir, arkadaşlarının olmaması demek değildir. Kimsesiz olmak çocuk! Nasıl desem, böyle kabalıkların ortasında aynı dili konuşacak kimse bulamamak demek. Sen söylemeden acını anlayacak birinin ve başını omzuna koyacak bir sığınağının olmaması demek. Kimsesiz olmak demek, etrafındaki dostlukların bir gün hep çıkardan ibaret olduğunu öğrenmek demek. Yani bir ‘kimseye’ sahip olmak. Etrafın da ki insanların varlığıyla değil, seni anlama, seni tanıma, seni tüm kusurlarınla kabul etme ve tamamlama biçimleri ile ölçülebilir bir durum.

Yani ben de tıpkı senin gibi, kimsesizim. Hem de kalabalıkların tam ortasında!

Biraz anlayarak biraz anlamsızca yüzüme baktı. ‘’ Sen hiç aşık oldun mu abi?’’ dedi. Evet, dedim. ‘’ Nasıl güzel bir şey mi aşık olmak?’’  Acıtıyor dedim. Önce mutlu ediyor. Sanki yeryüzü sadece sana adanmış gibi ve Dünya’nın merkezi aşık olduğun kişiymiş gibi oluyor. Ama bir sabah deniz kenarında yudumladığın çayını bile henüz bitirememişken, aşk bitiyor!

Önce karanlık oluyor. Nefes bile alamam sanıyorsun. Sonra hafif hafif aydınlanıyor yaşamın. Ama hep biraz eksik, yarım kalmış... Zamanla güçleniyorsun yeniden. Eskisinden daha katı, daha tecrübeli.

Aşkın suretini elbet unutacaksın; ama acısını asla!

Aşkın kokusunu unutacaksın; ama ruhunda hep izi geçmez yaralar taşıyacaksın!

‘’ Ben hiç aşık olmayacağın abi,’’ dedi.

 ‘’Neden? ‘’

 ‘’Uğraşamam ben öyle işlerle böyle kafam rahat, ‘’ dedi, umursamaz bir yüz ifadesi takınarak.

Ahh be çocuk! Keşke senin elinde olsa. Seçemiyorsun. Aşkın bir mantığı kesinlikle yok. 

Aşk zamansız geliyor  ve çoğu zaman da yanlış kişi için, diyemedim!

Yanına sokulup başını okşadım. Sen sadece sağlığına dikkat et. Sağlığın yerinde olduğu sürece kimseye muhtaç olmayacaksın. Böylece minnet besleyeceğin de kimse olmayacak ardında. Zaman geçecek içinden, sen büyüyeceksin, o zaman güneşte senin olacak, toprağa dokunan tüm zararlı güneş ışınları da, dedim.

Ayağa kalktı. ‘’Artık gitmeliyim abi,’’ dedi. ‘’Gelirsen senin için yeni taşlar toplayacağım, hem artık benim daha büyük bir yeteneği var biliyor musun?’’ Neymiş bakalım o, dedim.

‘’Benim en büyük yeteneğim kimsesiz yaşabilmek!’’ Dedi ve koşar adım kalabalığın içinde kayboldu. Uzunca bir süre avucuma bıraktığı taşı izledim. Ay güneş ile yer değiştirdi. Gittim...

 

İçimde Bir Kadın / Ece Erdoğan


 
 
İçimde bir kadın

Gözyaşları keşkelerine dökülen

Yalnızlığını bahar çiçekleriyle sarmalayan

Umutları bir mum alevi

Üflersen, söner kelimeleri

 

Tarçın kokuyor hayalleri

Hiç başlamadan bitmiş hevesleri

Yazılmadan silinmiş hikâyeleri

 

Dans ediyor çimenlerde

Eteğinin ucunda bahar çiçekleri

Saçlarında papatyadan sevinçleri

Gözlerinde bir çocuk, çocuğun elinde balon…

Saklar içinde kimsesizliğini

 

 

Yüreğe dokunmuş kalemi

Ay ışığında bulmuş kendini

Gözyaşlarıyla sular dizelerini

Eline batar boğazındaki düğümleri

 

İçimde bir çocuk

Hep özler geceleri

Minicik elleri

Aşkla tutar kalemini

Bir yanar bir söner

Plağı, kalbi kırık kadehine eşlik eder

Kahve kokar tesadüfleri

Yüreğinde bol çakıllı akvaryumu

Derinde turuncu bir japon balığı

Çarpar durur camlarına kederden

 

 

İçimde bir kadın

Kadının içinde deniz

Dalgalarından okunuyor hırçınlığı

Biraz kıskanç

Çokça âşık

 

Bir kadın var benden öte

Dilinde hiç ezberleyemediği şiirler

Yüreğinde maziden kalma bir dize

 

Bir kadın var

Gülüşünü hiç tanımadığım

Elleri var kadının

Dokunursan acıtır dikenleri

Tutmazsan kanar inceden

 

İçimde bir melek

Kısık sesli bir radyoda hapsetmiş kendini

Hem ağlamış hem gülmüş

Kendine gelirken biraz yorulmuş

Bir balonu varmış

İpini gökyüzüne bırakmış

 

İçimde bir kadın

Biraz korkmuş

Çokça sevmiş

En sevdiği kahvesi

İçerken dudağını yakmış

Sözcükler dudağından fincana akmış

 

İçimde bir şair

Her sabah gökyüzünü maviye boyarmış

Uçurtması bulutlara takılmış

Yıldızlar saçlarından akmış

Bir gün kaybetmiş rengini

Bir gülüşle yeniden inanmış

 

İçimde bir aşık

İçimde bir kadın

İçimde bir şair var

Dizeleri acıyan

İçine kanayan..

Kaybetmiş şarkısını

Unutmuş yazmayı..

 

İçimde bir deli rüzgar

Esip kavurur ekim sabahı

İçimde bir ben var

Henüz bilmediğim

Her yeni gün yeniden tanıştığım

 

Bir sır var içimde

Geçmişin keşkeleri

Geleceğin umudu var gökyüzümde

Beni benden iyi bilen, biri var düşlerimde…

Ben Yokum / Gökçe Seher


 
 
 
"Var mıydık?

Belki, biraz."

                

                          güzel söylemiş Cansever.

                          O halde izinden gidenlerden olalım.

 

 

Soralım kendimize var mıydık? diye.

Var mıyız?

Sizde 'belki, biraz' dediniz değil mi? Varlığını tam hissedebilen var mı ki zaten? Neydi bu varolmak?

Dünyaya gelmiş olmak mıydı sadece? Nefes alıp vermek miydi? Düşünmek miydi birilerinin dediği gibi? Öyleyse var mıydık?

Kimilerine göre insanın kendini daima bir döngü içerisinde tutmasıdır; üretim, değişim, yaratım. Kimilerine göre varolmak bir şeylere vesile olabilmektir; iyiliğe, güzelliğe. Yada benliğini sürdürmek, bir şeylere sahip olmak bir yere ait olmaktır. Düşünceni savunabiliyorsan, kendini ifade edebiliyorsan özgürce; varsındır. İz bırakmaktır, güce sahip olmaktır kimilerine göre de. Yada basitçe bulunmaktır, yaşamak, sağ olmaktır.

 

Hepimizin çabası belki de hayat gayesi varolabilmektir. Kimilerinin doğru, kimilerinin yanlıştır yolu.

Kimileri varlığını kanıtlayabilmek için kendine doğru yolu seçer. Kendini güzelliğe, iyiliğe adar. Kötülük yapmamanın, iyilik yapmış olmaya yetmediğini bilir.

Kimileri ise yanlış yolu seçer. Kim bilir sever belki de karanlık tarafı. Başka hangi güç bi insanı burda kalmaya ikna edebilir ki? Hangi güç bi insana bunları yaptırabilir? Nefret mi? Öfke mi? Bu muydu varolmak? Duygular mı? Hangi güç insanı kötülüğe itebilir ve hangi güç insanı kötü yapar?

Söylenilen pembeli morlu yalanlar kimin işine yaramış şimdiye kadar? Varolmak ne zamandan beri anı kurtarmak olmuş?

Yolsuz bir yol duydunuz mu hiç?

Adına yolsuzluk koymuşuz çünkü, doğru yolda olduğunu düşünen insanlar olarak.

Peki asla sonu gelmeyen tacizler, tecavüzler. Hangi güç bi insanı insanlıktan çıkarabilir?

Bazen yapılan yanlışların farkında bile olunmadığı bir yol bu. Yanlışın yanlış görülmediği bir yol. Can alıp temizlik yapmaya benzetilen adına da dava denilen bir yol. Neyin davası? Kanınınmış.

Bazen de yapılanların keşke farkında olmadan olmuş  olacağına inanmak isteyebileceğimiz türden şeyler... İşte 3.sayfa haberleri. Karısını öldüren adam hızını alamayıp iki çocuğunu daha öldürdü...

Sebebi yemek masasına yoğurdun koyulmaması mıydı gerçekten?

Peki ya katliamlar? Bir isim verip kendilerine, insanları öldürmeye yetkili kişi sanıp, silahlarını kuşananlar... Sırf kendisi belki de beyaz diye, belki de başka bir dine sahip diye, belki de bastıkları toprakların altında insandan daha değerli gördükleri şeyler var diye...

Daha insanın insana olan öfkesine anlam veremezken; insanların -ki insan kelimesi ne kadar uygundur bilinmez-  masum hayvanlara  olan öfkesine şaşıp kalır olduk.

Kimeydi bu insanoğlunun öfkesi, kini...

 

Hangi güç insanı bu hale getiren? Ya da hangi güç insana, kendini düşman eden?

 

Varolmak bu mu?

Bu ise şayet

‘Belki,

Biraz’

Değil

Ben yokum!