10 Ağustos 2016 Çarşamba

Hoşça Kal / Buket Konur

O kadar çok gittim ki, gelmelerim hayal kırıklığı dolu bir başka gitmeye

gebe oldu. Alışkanlık hali, bir aşktan, bir ev ya da bir sokaktan

her metreyle biraz daha uzaklaştı. Bir yere ait olmanın güvenini

bıraktım arkamda hep. Ben daha çok bir otobüse veya bir uçağa

ait oldum. Arkama bakmadım; arkaya bakmak “seni seviyorum”

demekti ve “seni seviyorum” giderken söylenecek bir laf değildi.

Sevemedim çoğunu zaten. Azını sevmenin pişmanlığı, kötü bir tecrübe

oldu. Şehirler, dostlar, aşklar ve duvarlar çok silik; çok umut

dolu. Tuzak gibi alışılabilinir görünen her şey. Tutamayacağın

sözler, daha önce tutmamanın bilinciyle mahcup, ağlamamak ya da

bekletmek gibi sorumsuz. Oysa bilinmeliydi onurlu bir “hoşça kal”

demenin paha biçilmezliği.

“Ben gelirim” dedim şehir inandı.

Kandırma kendini, farklı diye. Dönüp değişmemiş bulmak kadar

aynı olacak bu gitmek de. Birkaç gün sonra içinde bir parçam

olmayan tozlar uçuşacak etrafta. Alışılacak, unutulacak... Yenisiyle

değiştirilecek alışkanlıklar.

Gücenmiyorum, gücenme... Sadece yoruldum başımı cama yaslayıp

düşünmekten, kalmam için bir sebep olmamasından... Özleyip,

unutmaktan sıkıldım. Uzunca geri saymayı, aynı anda havanın açtığı,

aynı anda yağmurlu olduğu yerde olmayı, özlemeyi özledim...

Peyvend Öksüz Merttürk ile 'Ağız Tadıyla' Bir Röportaj / Firkan Gülaydın


Bu Ay ki Konuğumuz ; Kanal 35'te Hafta İçi Hergün Canlı Yayınlanan 'Ağız Tadıyla' Programının Başarılı Yapımcısı ve Sunucusu Peyvend Hanım.
30 Haziran Günü Benimde Canlı Yayın Konuğu Olduğum Program Ülkede Geniş İzleyici Kitlesine Sahip.
Birçok İnsana da İlham Kaynağı Olan Peyvend Hanım ile Hem Gastronomi Sektörü Hem de Edebiyat ile İlgili Sohbet Ettik..
 
 
Merhabalar Peyvend Hanım ; Öncelikle röportajımızı kabul edip bize konuk olduğunuz için teşekkür ederim.

İlk olarak sizi kısaca tanıyalım. Kimdir Peyvend Öksüz?

İlk önce mutlu hayatla barışık, özgüvenli bir kadınım ve en önemlisi bir anneyim, turizm mezunuyum fakat senelerce halkla ilişkiler sektöründe çalıştım, son olarak da hayat beni televizyonculuk sektörüne sürükledi.

Mutfağa olan ilginiz nasıl başladı ve sizi yemek programı yapmaya teşvik eden şey nedir?

Mutfağa ilgim her ne kadar anneannemle çocukken sürekli mutfakta geçse de aslında evlendikten sonra daha profesyonel anlamda mutfağa girdim. Yemek programı yapmaya teşvik eden şey ise; kadınlar ve kadınların hayatlarındaki hikayeleri oldu aslında, onların hayatlarına yön vermeleri, cesaretli olmaları için misyon olduğumu düşünüyorum.

Programda insanlara güzel lezzetler sunuyorsunuz. Burada olan iş bir otel yada restaurant mutfağından ziyade daha çok ev mutfakları  gibi. Bu anlamda kolaylıkları ve zorlukları nelerdir?

Ben yemek programı yapıyorum, otel ve restaurantlardaki mutfakları, onların şeflerini tanıtıyorum tabii ki, ama benim için en özel ve değerli olan yöresel mutfaklarımız aslında, bunun da zorluklarını gidermek için çok gezmeli ve araştırmalı, çünkü her yörenin püf noktaları ve yemekleri kendine özel, en kolay yanı da yapılan yemeklerin çok kolay bir şekilde tüketilmesi:))

 

Eminim yaptığınız programların sonunda ilginç mesajlarda geliyordur. Unutamadığınız ve bizimle paylaşmak istediğiniz böyle bir anınız oldu mu?

Olmaz mı o kadar çok var ki aslında, mesela bir avukat bir psikolog geldiğinde o kadar çok arayan o kadar çok sorunu olan kadınlarımız var ki; her birinin apayrı hikayeleri var, hepsi özel ve benim için çok önemli, onlar için mutfağa girdim ve onlara ulaşmaya onların sorunlarını çözmeye çalışıyorum.

 

Kitap okumayı sever misiniz? Daha çok hangi tür?

Kitap okumayı çok severim, yalnız kalır kalmaz hemen okumaya başlarım, ama en çok psikolojik ve gerçek hayat hikayeleri konu alan kitapları seviyorum. 

 


Okurlarımıza ve izleyicilerinize önereceğiniz yemek ve gastronomi kitapları varmıdır?

Tabii olmaz mı? Mesela Osman Güldemir'in Osmanlı Yemek kitabı Kitabüt Tabbahin herşeyi tam ve doğru reçetelerle yazan bir kitap, Süleyman Dilsiz'in Kahvaltıya Dair Herşey kitabı çok farklı, bunlar tavsiye edebileceğim kitaplardır.

 

İzmir kanalı olmanıza rağmen tüm ülkede ciddi bir izleyici kitleniz mevut.  Bu başarıyı neye bağlıyorsunuz?

Kanal 35 TV yerel bir konumda olsa da ulusal yayın yapıyor, bu çok önemli ve özellikle bu sene tüm Türkiye'de ses getirmemizi ilk önce hızurlu ekip ruhuna bağlıyorum, sonra da çok çalışmamıza tabii ki, bizde durmak yok. 

 

Ünlü bir yemek programı yapımcısı ve sunucusu olarak, sektör adına çok şey tecrübe ettiniz. Sizin pencerenizden Türkiye’de ki gastronomi nasıl bir yerde?

İlk önce teşekkür ederim iltifatınız için, Türkiye'de gastronomi daha çok takip ediliyor gibi gözükse de yeni doğmuş bebeğin emekleme durumu gibi, ama eminim zamanla daha çok şey yapılacaktır. Sadece zamana ihtiyacımız var bir de burdan tek tavsiyem okurlarımıza yedikleri yemeklerin malzemelerinin nerden geldiğini nasıl oluştuğunu ve yemeklerin hangi kültüre ait olduğunu araştırsınlar, gastronomi ilk böyle başlar.

 


Hayatınızı yönlendiren ve değiştiren bir kitap veya yazarlar oldu mu? Oldu ise hangileri?

Hayatımı yöne veren ve değiştiren bir kitap hiç olmadı, çünkü hayatımı hep yaşadıklarım şekillendirmiştir

Bir İzmir aşığı olarak şehrede değinmeden edemeyeceğim. Burada yaşamak nasıl bir duygu? İzmir’i diğer şehirlerden farklı kılan bir gizem var. Sizce nedir bu?

. Doğduğumdan beri İzmir'deyim, İzmir benim için aile, kardeş, dost, samimiyet, doğallık, kalite ve keyif demek. Diğer şehirlerden ayıran gizem ise; bence içten, bizden, sıcak ve doğal bir şehir olması. 

 

İlerde program ile yada başka projeler için planlarınız varmı? Paylaşamak ister misiniz?

İleride programımla ilgili yeni 2 tane proje var, bununla ilgili çalışmalarımız başladı, ekim'de sizlere kısmetse duyuracağız

 

En çok beğendiğiniz ve yapmaktan keyif aldığınız yemekler hangileridir?

En çok beğendiğim soslu et yemekleri, ama ben en çok Hünkar Beğendi'yi yapmayı ve yemeyi seviyorum.

 

Ege mutfağını hak ettiği değeri görüyor mu sizce?

Ege mutfağının değerini Egeliler yeterince veriyor zaten, biz otsuz yemek olmadan yaşayamayız, diğer şehirler de düzenlediğimiz festivaller sayesinde yavaş yavaş bizden öğrenmeye başlıyorlar.

Alaçatı Ot  ve Urla Enginar festivali hakkında neler düşünüyorsunuz?

Alaçatı Ot Festivali'nden sonra neredeyse tüm şehirlerin Ege otları ve Ege yemekleriyle tanıştığını düşünüyorum. Urla Enginar Festivali için de aynı şey geçerli, sebzelerimizin, otlarımızın sadece tek tip yemeklerden ibaret olmadığını, bunları nerelerde hangi ürünlerle kullanmamız gerektiğini, sebze ve ot konusunda aslında Türkiye'nin ne kadar zengin olduğunu herkese kanıtlamış oluyoruz.

 

Birçok aşçılar federasyonu ve yöresel derneklerin düzenlediği yemek yarışmaları var , takip ediyor musunuz? Faydalı görüyor musunuz?

Tabii ki takip etmez miyim, neredeyse her şehrimizdeki federasyon başkanlarını her etkinlikten önce programımda ağırlamaya çalışıyorum ve etkinliklerini tanıtmaya çalışıyorum, nerde ve ne zaman yapıldığı hiç önemli değil bu etkinliklere elimden geldiğince davetlerine de katılmaya çalışıyorum işim olmadıkça.

 

Son olarak ‘GastroEdebiyat’ Kulübümüz hakkında düşünceleriniz nelerdir?

GastroEdebiyat klübü Türkiye'deki tek karışım online dergi, bu anlamda ben çok başarılı olacağına inanıyorum çünkü artık gastro hem edebiyat hem de turizm alanında ayrılmaz üçlü bana göre bu sektörü edebiyatla birleştirip böyle bir mix yapmanız çok başarılı olmuş, tebrik ederim. 

 

Röportaj ; Firkan Gülaydın

 

Firkan Gülaydın - Peyvend Merttürk

 

 

 

 

Ne Şiirler Sustu / Firkan Gülaydın

Ne şiirler sustu.
Rüzgar taşırken teninde ironik sevda şarkılarını.
Kimdi şairlerin aşık olduğu?
Sevgililer mi yoksa terk edilişin getirdiği o depresif ilham perisi mi?
Ne dudaklar öldü, ruhsuz öpüşmelerin ardından, kendi mezarını kazarcasına.
Ne bedenler küstü, intikam alırcasına başka tenlerle sevişen.
Ne düşler öldü.
Ne adamlar vazgeçti sevmekten.
Ne kadınlar bir daha açmadı topladığı saçlarını.
Aşka zaman yok sevgili.
Aşka zaman yok.
Ve bu üç kelime; en güzel bahanesidir sevmekten korkanların.
Yara almışların.
Sen gülümsersin sonra.
Okyanus gözlerinle geçerken içimden.
Bir yanım bataklığın kör kuyusunda.
Bir yanım gökyüzüne dokunurcasına özgür.
-      

Söyleyeceklerim Kendime / Gözde Çıbık


Mukime Fıratoğlu..

99 yaşında, Merzifon’da yaşıyor.

Onu bizden ayıran hiçbir şey yok aslında.

Ne bir adım ötemiz, ne de biraz eksiğimiz.

Neden mi ?

Hepimiz, en az onun kadar yalnızız çünkü.

O, sadece iyi bir öğretmen olmakla kalmamış, yalnızlıktan kaçmak için ülke ülke gezmiş, adını bile anmadığı yalnızlığıyla.

Sevgi duymadığı benimseyemediği adam bile tutamazken onu, ayrılmak için gittiği şehirden tek bir mektupla veda etmiş. ‘Güvenemedim erkeklere, kardeşlerimle yeğenlerimle vakit geçirdim. Ne zaman yaşlandım işte o zaman anladım yalnızlığın ne olduğunu diyor, ve ekliyor,

‘Yalnız kalmak çok zor, dertlerinizle baş başasınız, çok kötü, çok zor.’

Üstelik mezar taşını bile hazırlamış, Tanrı’dan aklını almadan ölmeyi dileyerek o güzel notuyla birlikte,

‘Ne ana gördüm ne baba,

Ne evlat gördüm ne koca,

Yine de yaşadım doya doya.

Hoşça kal yalan dünya.’

 

Eğer sizin de yola çıkarken uğurlayanınız,

Gittiğiniz şehirde bekleyeniniz,

Bıraktığınız şehirde dönmeye sebebiniz yoksa, yalnızlık düğüm atmaya başlar tam ortadan.


Bir o kadar da, alışılması gereken en güzel şeydir aslında. Kırılmazsınız, parçalanmazsınız, kimsenin üzmesine izin vermezsiniz.

Bazen adam olmayanların vereceği saygıdan sevgidense, yalnızlığı yeğlersiniz.

Yalnızlık, bir başkasından armağandır bazen. Emanettir, sarıp sarmaladığın.

İki göz ‘bir’ görmektir.

Öğrenilmiştir, psikolojik terimlerin dahi üzerini çizmiştir.

Bazen çocuktur. Yaraların geçmeden, annenin öpmesine fırsat vermeden defalarca diz çöktürmüştür önünde.

Hayırlısını dilemeyi öğreten, anneanne nasihatidir.

Bazen korkudur, neyi eksik yaptığını sorgulatır. Muhtaç bırakır.

Paylaşılamayandır. Başkalarından uzak yaşamak değil, duygularının başkalarına uzak ve anlaşılamaz gelmesidir.

Vefalıdır. Herkes gitse, o kalır, siz isteseniz de o artık bırakmaz sizi.

Bir başkasının yaşam tarzıyken, sizin hayallerinizin son bulduğu noktadır.

İmtihandır. Başkalarını mutlu etmeye çalışırken öylece kalmışlığınız, yarım bırakılmışlığınızdır.

Eski sevgilidir, tesellisi asla başka insanlar değildir.

Öpünce geçmeyendir.

Kimi seversen sev, ne yaparsan yap kaçamadığındır.

Çok şey anlatmak isteyip, sustuklarını tek duyandır.

Herkese uğrayandır. En az aşk kadar içine sığmayandır.

İçinizdeki insan güzel kalsın, kirlenmesin diye kaçtığınızdır.

Büyük eserlerin gerçek duyguların sığdırılmaya çalışıldığı kağıtlardır.

Ne yüzyıllar anlatabilir, ne aşıklar.

Yalnızlıktan değil ‘O’nsuzluktan korksanız bile,

Yalnızlıktır hep sonu,

bilmektir.

Mukime Teyze’nin yalan dünyaya son vedasındadır,

ömür boyu yalnızlık.

Moleküler Gastronomi / Ayseli İzmen


 
Kaynak: http://www.molecularrecipes.com/
 
Bu akşam biri size menüde  Espresso köpüğü ve çikolatalı makarana ve transparan ravioli var dese ne yaparsınız?  Ya da içkinizi kadehte ikram etmek yerine bugün size içinde içki olan yenilebilen taş ve ruj vereceğiz deseler tepkiniz ne olur? Eğer gastronomiye çok meraklı değilseniz, büyük ihtimalle ilk tepkiniz “tam anlamıyla saçmalık” olur.

 

 
Kaynak: http://www.molecularrecipes.com/
Ancak moleküler gastronomiden ne kadar nefret eden varsa, bir o kadar seven de var. Örneğin biz Y jenerasyonu yenilikçi gençleriz. Deneyim seviyoruz. Yemek ilaha ki enteresan ve farklı olacak ki ilgimizi çeksin. Ancak, özellikle anne ve babamın jenerasyonunu düşünecek olursam, toplumun büyük bir bölümünün moleküler gastronomiyi yabancı bulup, denemeden yemeyeceklerine eminim.. Bu yüzden bu ay ki yazıyı moleküler gastronomi üzerine yazmaya karar verdim.

 

 
Moleküler Gastronomi tam olarak nedir? 


Moleküler Gastronomi, Fiziği ve Kimyayı kullanarak pişirilen yemeklere deniyor. Sıradan yemek yapma aletlerini pas geçen bu yöntemle yemek pişirmek için laboratuvarlarda kullanılan malzemelere sahip olmak gerekiyor. Moleküler gastronomi bilimi, gıdaların pişme sırasında ki kimyasal değişimini inceliyor. Bu felsefe ile ortaya çıkan yemekler yemeğim hem bilim hem sanat olabileceğini kanıtlıyor.

 
Ancak bazı şefler moleküler gastronomi terimi kullanmaktansa modern mutfak terimini kullanmayı tercih ediyor. Londra’da bulunan ve günümüzde dünyanın en iyi restoranlarından biri olarak kabul edilen Dinner by Heston’un sahibi Heston Blumenthal, moleküler gastronomi teriminin fazla poş ve ulaşılamayan bir terim olduğunu savunuyor. Bu yüzden kimya ve fizik bilimi ile pişirilen yemeklere modern mutfak demeyi daha uygun buluyor ediyor.

 

Moleküler Gastronomi ne zaman ortaya çıktı?

 
Her ne kadar moleküler gastronomi özellikle son yıllarda daha da popülerleşen bir kavram olsa da, sanılanın aksine moleküler gastronomi yeni bir alan değil. Yemek ve bilim arasında ki ilişkiyi ilk defa 18.yy sonunda Royal Institution of Great Britain’in kurucusu ve sous-vide tekniğini bulan Sir Benjamin Thompson, araştırmaya başlıyor. Ancak moleküler gastronomi terimi hayatımıza ilk defa 80’lerde bu alanda çalışmalar yapan Herve This ile giriyor.  Bu zamanlarda gastronomi alanında  en çok tartışılan konu gastronominin bir sanat mı? yoksa bilim mi? olduğu… O zamanlar Paris’te bulunan bir üniversitede bilim adamı olarak çalışan Harve This, gıdaların ısı ile teması sırasında ki moleküler dönüşümlerini incelemeye başlıyor. Akabinde This’in yaptığı çalışmalara Macar fizik profesörü olan Nicholas Kurti katılıyor . İkisi beraber bu konu üzerinde yoğunlaşıyorlar ve 1998’de Kurti’nin ölümü ile beraber, This bu alanda ki çalışmalarına tek başına devam ediyor.

 

Herve This

İlk kez 1988’de bu iki profesör “fiziksel ve moleküler gastronomi” adlı  çalışmalarını yayınlıyor ve moleküler gastronomi bu şekilde hayatımıza giriyor. Günümüzde Henri This bu konu hakkında ki çalışmalarına devam etmekte. Her ay Pierre Gagnaire’in web sitesine yeni bir buluş ekliyor. Henri This’in daha önce ki çalışmaları arasında; yumurtanın pişimi için en uygun ısı ( yaklaşık olarak 65°C) , somon tütsülemek için elektrik akımı verilmesi ve yumurta beyazından köpük yapımı gibi konular bulunmaktadır.


Moleküler Gastronomi giderek önem kazanan sanat ve bilimi birleştiren bir alan. Özellikle son yıllarda bu kadar konuşuluyor olmasının başlıca sebebi bence sosyal medya. Artık sıradan bir restoranda yediğimiz yemekleri koymak yerine, deneyim paylaşmaya başladık. Bahsettiğim gibi jenerasyon Y en yenilikçi ve devamlı yeni deneyimler yaşamak isteyen  bir jenerasyon. 3-5 sene sonra bu alanda yapılacak yeni keşifleri bende sizler gibi heyecanla bekliyorum.

 

Sur / Achilles Valentin


Alnına düşen saçlarını yavaşça geriye itti. Daha elini indirmeden geriye attığı saç tutamı eski yerine geldi. Kafasını kaldırıp karşısında söylenip duran adama bakmamak için tavana dikmişti gözlerini.

“Utanmıyorsun. Gittikçe anana benziyorsun. Defol git! Benim artık senin gibi bir kızım yok. Defol!”

Bir saatten beri yediği azarın etkisiyle büktüğü boynunu ilk defa kaldırdı. Bir kapıyı gösteren işaret parmağına baktı, bir de parmağın sahibi babasının yüzüne.

Gözünden bir damla yaş süzüldü. Çaresiz defolacaktı. Ama hepten ümitsiz de değildi. (“Olsun, Caner var.”) Sırtını dikleştirdi. Üstündekiler dışında tek bir eşya almadan çıktı; 22 yıldır baba ocağı bildiği evden.

 
 
(“Aslında iyi oldu; babamın istediği adamla evleneceğime ölürüm daha iyi.”)

Dudağındaki belli belirsiz gülümsemeyi zapt etmeye çalışarak tırmandı Draman yokuşunu. Çarşamba’ya geldiğinde durakladı. İlk defa görüyormuş gibi etrafına bakındı. (“Çoktan çıkmıştır işten. Evine gitsem daha iyi olur.”)

Fatih Camii’nin avlusundan geçip Fevzipaşa Caddesine inen merdivenlerde adımlarını sıklaştırdı. Akşam ezanını duyunca; (“acele etmem lazım”) dedi kendi kendine. İçinde itiraz eden seslere aldırmayıp devam etti. Acıçeşme’ye vardığında hava kararmıştı. Hızlı yürümeye alışık olmadığı için ayak bileklerinin üstü yanıyordu. (“Dinlenmeye vakit yok şimdi.”) Stadın kapısının yanından aşağıya doğru indi. Asmalı kahvenin yanındaki demir kapının önünde durdu. Alttan ikinci zile basıp bir kaç adım geri çekildi. Daha kafasını yukarı kaldırmamıştı ki beklediği sesi işitti;

“Kim o?”

“Halide teyze; Caner evde mi?”

“Yok kızım” dedi camdan aşağı bakan kadın. “Kahveye gitti körolasıca!”

(“Deme öyle! Can sıkıntısından gidiyor. Hele bir evlenelim; bak uğruyor mu kahveye.”)

Geri dönüp nefes nefese tırmandı Acıçeşme’ye çıkan yokuşu. Işıklardan karşıya geçip meydandaki kahvenin önüne gelince durdu. Ciğercinin önünde sigara içen yeni yetmelerini ona bakıp gülüşmelerini görmezden gelip kahvenin kapısına yaklaştı. Geçen hafta da başka bir kızla dalga geçmişlerdi; “Hakan’la çok gezersen öyle karnın şişer” diye laf atmışlardı kızın ağlamasına aldırmadan. Sırıtan ufaklıklara ters bir bakış atıp kahveye doğru döndü. Ürkek bakışlarla içeriyi görmeye, biraz da kendini göstermeye çalıştı. Çok geçmeden yaşlıca biri çıktı kahvenin kapısına.

“Kime baktın kızım?”

“Caner’e. Burada mı Caner?”

“Şu sarı oğlan mı? Çıktı biraz önce.”

“Eve mi gitti amca?”

Adam; “Ne bileyim ben kızım” deyip içeriye döndü. Kapıyı kaparken “Allah Allaaaah” diye söylenmeyi de ihmal etmedi.

(“Çok olmamış. Eve gitse muhakkak karşılaşırdık.”)

Gerisin geriye döndü. Tekrar Fevzipaşa caddesine çıkıp sola saptı. Edirnekapı’ya kadar ne düşündüğünü bilmeden yürüdü. Otobüs durağını geçip soldan sur dibine doğru koşar adım gitti. Kalbi ağzının içinde atıyordu. (“Caner’im. Kesin oradasın biliyorum.”)
 
 

Sıklıkla buluştukları sur dibindeki; sokaktan geçenlerin gözüne görünmeyen oyuk; aşk yuvalarıydı. İlk kez orada sevişmişlerdi. Hem yakalanacakları korkusu, hem de erkeğine teslim olma heyecanı yüzünden ilk sevişmelerinden bir şey anlamamıştı. Anlamamıştı ama biliyordu ki; bekâretini sur dibine dökmüştü, surlar var oldukça kızlığı o toprakta yaşayacaktı. Caner’in pantolonunun düğmelerini iliklerken, kendisine bakıp gülümsemesini hiç unutmayacaktı. Sevdiği adamı içine hapsetmişti. Artık Caner o’nun, o da Caner’indi.

Oyuğa girmek üzereyken Caner’in sesini duydu. Durup daha dikkatli dinledi. Kıkırdayan kızın sesi de tanıdıktı. (“Selime!”) Gülerek soruyordu Selime; “Ben daha güzelim değil mi? Hem o, benim kadar güzel sevişemez bence.”

Oğlanın ayaklandığını hissetti. Kızın cilveli sorularına cevap vermiyordu. Pantolonunu bacağından geçirirken kumaşın çıkardığı hışırtıyı bile tanımıştı.

Koşar adım geri çıktı. Bir kaç saat içinde babasının parayı ondan daha çok sevdiğini, kalan tek varlığı Caner’in de arkadaş bildiği Selime’yi becerdiğini öğrenmek ağır geldi. (“Ağlama! Ağlama, bu saatte. Yarın ağlarsın; gündüz gözüyle. Şimdi ağlama! Bilmesin dünya üzüldüğünü, habersizce dönmeye devam etsin kendi etrafında. Güneşin olmadığını yarın anlar nasılsa. Ağlama şimdi. Gece gider kızlığını geri alırsın döktüğün yerden. Tertemiz bekâretini topraktan söker alırsın geri.”)

Anasının ölümünden beri tutunmaya çalıştığı ne varsa bir anda elinden kaymıştı işte. Hızlı adımlarla yürürken bir yandan da gözyaşlarını siliyordu. Sırtını dik tutmaya, nereye gittiğini biliyormuşçasına yürümeye çalışıyordu. Akdeniz caddesinden aşağıya inip, ışıklardan karşıya geçti. Acı tatlı bütün hatıralarını Fındıkzade’ye çıkan yokuşta bıraktı. (“Hepsini düşün, hatırla. Bu anıları yaşadığın hayat bitti! O yaşamdan geriye sadece üstündekiler kaldı.”)

Millet caddesini de geçip, Kızılelma caddesinden devam etti. Cerrahpaşa hastanesinin önüne gelince; (“burası güvenli olur. Hastane bahçesi emindir. Hastam var zannederler, ilişmezler; ağlasam bile.”)

Ne kadar ışıltılı olursa olsun sokaklar, hava kararınca; gece bütün karanlığıyla sarar bedeninizi. Suni ışıklar aydınlatmaz gecenin özündeki siyahlığı. Sonsuzluğun rengidir, uzayın rengidir gece. Ne kadar kendinizle baş başaysanız o kadar tedirgin eder ve ne kadar yalnızsanız o kadar uzun olur. Mevsimin ne olduğuna bakmaz yalnızlığın gecesi. Her gün aynı saatte gelir, yerleşir içinize. Yeniden getirmeye çalıştığınız neşenizi, yerle bir eder, gömer. Ta ki güneş tekrar doğana dek.

“Kızım şuradan bir çay alıver hayrına.” Derin düşüncelerinden sıyrılmasına sebep oldu bu sözler. Şaşkınlıkla sözlerin sahibine baktı. Kadın çay istemese üstüne para almadığını kim bilir ne zaman fark edecekti.

“Demin son parayı eczaneye verdim. Ameliyat için lazım dediler; bir sürü malzeme aldırdılar. Hayır, bu kadar uğraşıyoruz bari işe yarasa. Adamın masadan kalkması çok zormuş. Doktor öyle söyledi. Allah’tan doktor tanıdık. Kaynımın yeğeni. İlk muayeneden beri elinden geleni yaptı. Hiç lafı eveleyip, gevelemedi. Olduğu gibi söyledi ne varsa. Sabahtan beri de ameliyat için koşturup duruyorum. Taksiyle geldik. Beş kuruş kalmadı. Neymiş; beyefendi ameliyat olacakmış. Körolasıca hayatı zehir etti bana. Şimdi elime düştü. Bırakıp gidemiyorum da. Ahh işte merhametim yok mu? Başıma ne geldiyse bundan geldi. Herifle de acıdığımdan evlendiydim zaten. Kimse varmaz buna dedim, aldım koynuma hayvanı. Çocuk da yapamadık. E kızım kime konuşuyoruz kaç saattir. Bi çay istedik alt tarafı. Almayacaksan, almayacağım de Allah Allah.”

Kızın tek kelime etmesine müsaade etmeden hışımla kalktı yanından. Arkasından bakakaldı. (“Benim de bu kadından farkım yok. O sesli konuşuyor, bense kendimle.”)

Etrafına bakındı. Hava aydınlanıyordu yavaş yavaş. Geldiğinden beri oturduğu yerden hiç kalkmamıştı. Kadın gelip de düşüncelerinden uyandırmasaydı daha ne kadar otururdu. Allah bilir.

Dizlerinin kilitlenmiş olmasına aldırmadı, kalktı yerinden. Hastaneden çıktı. Millet caddesine çıkınca sol tarafına doğru baktı kısa bir an için. O tarafa gitmeye karar verdi. Bir müddet yürüdükten sonra surlar belirdi önünde. Artık silik bir hatıraya dönüşen anıları geldi gözünün önüne. Bir gece önce sonlandırdığı hayatından parçaları izledi adımlarını atarken. Babası, Caner, Selime. (“Selime benden güzel!”)

Yüzünde patlayan kuvvetli rüzgâr sayesinde anladı surun tepesinde olduğunu. Oraya nasıl geldiğini düşündü, bulamadı. Edirnekapı’ya doğru baktı önce. Gözünden iki damla yaş düştü. Eskiden başka ülkelerden, şehirlerden gelen ve yine oralara giden otobüslerin yolcularını indirip bindirdiği, şimdilerin geniş boşluğuna çevirdi bakışlarını sonra. Acılı ayrılıkların, sevinçli buluşmaların renkli bavulların, turşu bidonlarının nereye gideceğini bilmeyen yolcuları yönlendiren çığırtkanların mazide kalmış izlerini aradı yeşil çimenli meydanda.

İyice yakınına konan güvercinin kanatlarının altında kayan havayla sıyrıldı başkalarının hislerini anlamaya çalışmaktan. Kollarını açıp rüzgâra karşı bekledi bir süre. Bir Brezilya dizisinin başlangıcında gördüğü dev heykele benzetti kendini. Yüksek bir dağın ortasında kollarını açmış sakallı bir adamı resmeden dev beyaz heykel. Dizideki kız gibi acı çekiyordu şimdi. (“O kızın arkadaşları var; bense yapayalnızım.”) Heykelin ne kadar zamandır orada durduğunu bilmiyordu, ama kendisi dayanamayacaktı uzun süre böyle kalmaya. Elini karnına götürdü. Belli belirsiz hayaller geldi gözünün önüne. Öne eğildiğinin farkına varmadı. (“En fazla ne olabilir? Benim için üzülecek kimsem yok.”)

Ayakları bastığı taşlardan ayrılınca yüzüne bir gülümseme yayıldı. Bütün bedenini saran havayı doyasıya çekti içine. Bir anda gelen karanlıkla, durmaksızın zihnini kemiren düşünceler sessizliğe gömüldü.

‘Önceki gün Topkapı sur dibinde temizlik yapan çöpçüler tarafından bulunan kadın cesedinin kimliği tespit edildi. Genç kızın neden intihar ettiği anlaşılamazken, babasının “daha dün akşam şakalaştık, güldük. Hiçbir şeyi yoktu. Ben yattıktan sonra evden çıkmış. Neden yaptı bunu anlayamadım” dediği kaydedildi. İstanbul Emniyet Müdürlüğü’nden yapılan açıklamada otopsi sonuçlarına göre genç kadının iki aylık hamile olduğu bildirildi. Açılan soruşturma sürüyor.’

Gazete haberlerinde hüviyet cüzdanındaki vesikalık resminin kullanılacağını düşününce dehşet içinde açtı gözlerini. Eli hala karnındaydı. Ayağının altından yuvarlanan küçük taşların aşağıya düşüşünü izledi. Babasının evinden çıktığında yaptığı gibi sırtını dikleştirdi. Yüzüne ciddi bir ifade yerleştiğinin farkındaydı. “Senin için” dedi karnına doğru seslenerek. “Sana yaşamak ister misin diye sormadım affet, ama sen karnımdayken bırakamam kendimi.”

''Spoleto'' İtalya’da Umbria Bölgesinin Cenneti / Huma Kabakcı


Daha önceden gitmeyenler için Spoleto, İtalya’nın  orta kesimindeki Umbria bölgesinin doğusunda kalan, Perugia iline bağlı bir antik kenttir. Roma ve Ortaçağ mirasını çok iyi harmanlayabilmiş bir şehir olan Spoleto’nun tarihi aslında Umbria’nın Bronz Çağı’na kadar dayanmaktadır.  1958'den bu yana gerçekleşen her yıl İki Dünyanın Festivali (Festival dei Due Mondi) adlı tiyatro ve müzik festivali ile tanınmaktadır. Şehrin etkileyici tarihi mekanları arasında Roma Amfi tiyatrosu, 12. yüzyıldan kalmış, Piazza Del Marcato meydanında yer alan ve Christo & Jean Claude gibi sanatçıların esinlendiği katedrali ve 13. yüzyıldan kalan Ponte delle Tori su kemeri  yer almaktadır. Tren’le Roma’dan yaklaşık bir buçuk saatte ulaşabileceğiniz bu küçük ve sevimli şehirden birçok sanatçı esinlenmiştir.   

 

Kavramsal sanat ve minimalizm akımıyla tanınan Amerikalı sanatçı Sol Lewitt’in Italya ile, ve özellikle Spoleto’yla özel ve profesyonel bir ilişkisi vardı. İtalyan Galericisi Marliena Bonomo’nun Spoleto’ya çok yakın olan Monteluca’da yaz evi vardı ve çalıştığı sanatçıları kalmaları için yazlık evine davet ederdi. Lewitt o kadar sık ziyaret edermiş ki 1972 yılında Monteluco’dan Spoleto şehrine bakan bir kübik ev almaya karar verir. Lewitt, Monteluco’dan Spoleto şehrine olan yürüyüşünü bile çizim defterinde belgelemiştir. Evlendikten sonra, 1980’lerin başından sonuna kadar çoğu zamanını iki kızı Sofia ve Eva’nin da doğduğu şehir Spoleto da geçirir. Bu zamanlarda Lewitt eski kasabada stüdyosundan çalışırmış.

 

Spoleto’ya 1969 yılında taşınan başka bir sanatçı ise Anna Mahler’di. Ünlü besteci Gustav Mahler ve Alma Schnidler’in ikinci kızı olan Anna Mahler 1920’li yıllarda Berlin, Roma ve Paris’te sanat ve resim dersleri aldı. 1930’lu yılların başında ise Viyena’da heykel dersleri alarak, heykeltıraş olarak tanınmaya başladı. 1937 yılında ise Grand Prix ödülünü kazandı.

Alexander Calder, Josef Beuys, Jasper Johns, Willem De Kooning, Lynn Chadwick, Henry Moore, Isamo Noguchi, David Smith, Cy Twombly gibi uluslararası bilinen sanatçıların Spoleto’dan esinlenmiş olmalarına rağmen özellikle Anna Mahler ve Sol Lewitt’in Spoleto’da büyük etkilerini görebiliriz.

 


Üç günümü Roma’da, iki günümü  ise Spoleto’da geçirdiğim beş günlük sanat tatilimde Mahler & Lewitt Stüdyoları’na gidebildiğim için kendimi çok şanslı hissediyorum. Mahler & LeWitt Stüdyoları Anna Mahler & Sol Lewitt’in eski stüdyolarının birleşiminden oluşmaktadır. Rezidans programı sanatçılara, küratörlere ve yazarlara bölgenin eşsiz kültürel mirası ile diyalog içinde çalışmaları ve uygulamalarını geliştirmeleri için verimli bir ortam sağlar. Anna Mahler’in kızı Marina Mahler annesinin anısına Anna Mahler Dernegi’ni kurduktan sonra 2010 yilinda rezidans programını sanat yönetmeni David Gothard ile başlatmıştır. Gothard Spoletto’dayken Lewitt’in stüdyosunun Mahler’in stüdyosunun yanı başında olduğunu fark etti ve aileler ile iletişime geçip, Anna Mahler ödülünü Sol lewitt’in stüdyosunu araştırması için Guy Robbertson’a sundu. 2010-2014 tarihleri arasında yaklaşık on beş sanatçı, küratör ve yazar Spoleto’yu ziyaret etti. 2015 yılında ise Rezidans kendini yeniden Mahler & Lewitt Stüdyoları olarak lanse etti. Sol Lewitt’in de geçmişte yaptığı gibi, Mahler & Lewitt Stüdyoları sanatçıları araştırma yapmaları ve sanat pratiklerini geliştirmeleri için davet ediyor.

 


Spoleto sanat tarihinden başka lokantalarıyla da tanınmış bir şehir. Siyah trüfl mantarı sezonunda bulunduğum sırada birbirinden leziz İtalyan yemeklerini de tatma fırsatı yakaladım. Tempio Del Gusto, Ristorante Apollinare, Cuore & Sapore ve son gecesinde yaklaşık olarak sekiz farklı yemeğin servis edildiği Osteria Del Matto Spoleto’nun popüler restoranlarından sadece bir kaçı. Dar, pastel renkli tarihi binaların arasından ve ufak butiklerin önünden geçip, yürüdüğüm Spoleto sokakları beni çok büyüledi. Yoğun şehir hayatı’ndan bıkan ve kaçmak isteyenlere Spoleto’yu kesinlikle öneririm.

 

Daha fazla bilgi için: http://www.mahler-lewitt.org ve http://www.bellaumbria.net/en/spoleto/ linklerine basabilirsiniz.

 

 

 

 

 

 

 

İki Karga / Erhan Sertbaş


Banyo kapısının hemen yanındaydım üçüncü mermi göğsüme saplandığında. İlk ikisi duvarlardan sekip kaybolmuştu odanın içinde. Başım dönmeye, içimde serin bir boşluk hissetmeye başladığımda bilincimi yitirmek üzere olduğumu biliyordum ve odaya -aslında yatağa- ulaşmak için adım attığım anda beynimin zamanı kaydeden akışı kesildi ve düştüm. Neden yatağa ulaşmak istediğim konusunda hiçbir fikrim yok. Sanırım çocukluktan gelen, yere düşüp elbiselerimi kirletme korkusu bu. Düşmeden önce yatağın solundaki duvara alnımı ve dizimi çarpmış olmalıyım, az sonra kendime geldiğimde, garip ama göğsümdeki kurşundan daha çok acıyordu çarptığım yerler. Sol yanağımda zeminin soğukluğu var. Kalkmaya çabaladım ama zorla kaldırabildiğim başım yerçekimine direnemeyerek hızla düştü. Ağzımda tuhaf, tuzlu, ılık bir tat var. Aynı ılık sıvı burun kanallarımdan da dışarıya doğru ilerlemeye başladı. Bunun kan olmamasını diliyorum tüm kalbimle ama kısa aralıklarla damlıyor yere, sesini duyuyorum. Ağzımdan geleni de engelleyemedim bir süre sonra, odanın seramik zemininde, yüzümün hemen yanında kendi kanımdan bir göl oluşmaya başladı. Bilincim tekrar kapanmak üzere. Suyla dolan rezervuarın sesi geliyor banyodan. Tanrım! Ben bu otele ölmek için gelmemiştim. İçinde bir adamın ayaklarının olduğu bir çift bot ve siyah keten bir pantolonun paçaları görüş alanıma girdi. Bir kişi daha var, aralarında konuşuyorlar, daha doğrusu biri diğerini azarlıyor:

“Olmayan beynini sikeyim senin, yanlış adamı vurmuşsun gavat.”

Bu iki adamın beni yanlışlıkla vurmalarının getirdiği tartışmanın bulanık sesleri arasında bilincim yeniden kapandı.

Çok soğuk. İçim titriyor. Soğuğa rağmen yürümeye çabalıyorum. Üstelik hayal meyal bir kar yağıyor ve dümdüz bir ovanın ortasında bata çıka, bir yerlerde gelmemi bekleyen insanlara doğru ilerliyorum. Nasıl bilmiyorum ama bir yerden beklendiğimi biliyorum. Orası neresi, bekleyenler ya da bekleyen kim, hiçbir fikrim yok, sadece görünce anlayacağımı söylüyor içimde bir yerlerde bir ses ve bir de huzura kavuşacağımı. Ömrünü yollara vermiş bir dervişim ben. Kılığım kıyafetim de bunu kanıtlarcasına hırpani. Üzerimdeki elbiseler eski, sırtımda yer yer delinmiş bir hırka, içinde de kol ağızları erimiş bir gömlek var. Hatta sağ elimdeki asanın boşta kalan çatalı zaman zaman dönüp sağ kolumun dışında dokunduğu yeri hafifçe eritmiş ve delmiş. Bazen buradan giren soğuk havayı hissedebiliyorum. Ayaklarımdaki yemeniler kar suyunu çekti iyice, yün çoraplarımın suyu engelleyemediği de çok açık, ayaklarım yaş, üşüyor ve yemeniler ayağımdan çıktı çıkacak gibi gevşemiş durumda.  Altımdaki uzun don da yamalarla dolu. Başımda bir kavuk ve kefenim niyetine çevresine sarılmış beyaz bir sarık var.

Ufuktaki mor çizgili dağların önünde, havanın pusunun ve kar tanelerinin izin verdiği kadar uzaklarda bir yerlerde yükselen cılız dumanlar görmek içime biraz su serpse de ulaşmak bir hayli zor olacağa benziyor. Bin dokuz yüz üç yılının başlarındayız, en azından içimdeki öteki ses böyle diyor. Oysa ben bir otel odasında vurulup bilincimi kaybettiğimde iki bin on beşti. Yüz yıldan fazla bir zaman kaymasını ancak bir düşün içinde olmakla açıklayabilirim kendime. Ama neden üşüyorum? Öteki ses kim?

Altı çeyrek saat sonra köy tüm perişanlığıyla önümde belirdi. Uzaktan köpeklerin yabancılara takındıkları ürkütücü havlamaları ve giderek artan şiddetle yağmaya başlayan kar en kısa zamanda sığınacak bir yer bulmamı söylüyordu. İşte o anda, tam da köye girip, köy odasını arayacakken gözüme ilişti o iki karga. Köyün girişinde bir meşe ağacının aynı dalına konmuş iki karga. Annemin anlattığı uzun kış masallarından birinden çıkıp, gelip o dala konmuşlardı sanki.

“Ezop her zaman olduğu gibi efendisinin yemeğini ve şarabını verdikten sonra odadan çıkıp kapının eşiğinde gelecek yeni buyrukları beklemeye başlamış. Mevsimlerden ilkbahar; aylardan nisan; toprak coşmuş, ağaçlar, bahçeler coşmuş, insanların da her bahar olduğu gibi nedensiz neşelere boğulduğu günlerden biriymiş. Ezop efendisinin de bu coşkudan yeterince pay aldığını, kendisine yaptığı şakalardan anlamış, bunun azat edilmek için bulunmaz bir fırsat olduğunu düşünüp uygun anı kollamaya başlamış. Efendisi söylemediği halde en güzel şaraplardan getirip efendisinin bu neşeyle bol bol dolmasını sağlamaya çalışmış. Ezop, tıpkı bir kedinin yumuşak karnını okşar gibi efendisine yaklaşmış ve uygun zamanın geldiğini anladığı an ondan kendisini azat etmesini istemiş. “Bir şartla” demiş efendisi, yiyip içtiklerinin rehavetiyle; “Bana, aynı dala konmuş iki karga gösterebilirsen seni azat ederim.” Ezop hemen dışarıya, bahçeye koşmuş, bahçedeki tek ağaç olan yaşlı incirin dallarını gözetlemeye başlamış. Kara, kömür kanatlarıyla bir karga gelip yaşlı incirin dallarından birine konmuş, sonra bir karga daha onu izlemiş ve aynı dala konmuş, başlamışlar kendi dilleriyle bir sohbete. Bunu gören Ezop hemen içeri koşmuş ve efendisini yalvar yakar bahçeye, yaşlı incirin dibine getirmiş ve biraz önce kargaların konduğu dalı göstermiş ama dalda sadece bir karga varmış. Bunu gören efendisi sinirlenip Ezop’u azarlamış, hatta yere itip iki de tekme atmış onu kandırdığını düşündüğü için.”

 “Ah Ezop, vah Ezop, aynı dalda iki kargadan garip Ezop,” diyerek masalı bitirirdi annem.

Daldaki kargalar da sanki aklımdan geçen masal bitmiş gibi aynı anda havalanıp evlerin arkasında gözden kayboldular. Ben de yönümü köy meydanına çevirip adımlarımı hızlandırdım. Amacım köyün camisini ya da varsa köy odasını bulmak, bu denli üşümeme neden olan soğuktan ve yaklaşan geceden korunmaktı. Önünden geçtiğim evlerin küçük, perdesiz pencerelerinin arkasında şaşkınlıktan dona kalmış insanlar görüyordum. Birkaç adım daha attıktan sonra nereden geldiklerini anlayamadığım beş altı kişi bir yandan salavat getirip öte yandan ellerime sarılıp öpmeye çalışıyor ve “Hoş geldiniz molla babamız” diyorlardı. Doğrusu benim şaşkınlığım onlarınkinden daha büyüktü. Beni nereden tanıyorlardı? Ben nasıl molla olmuştum? Buraya daha önce gelmiş miydim?

Köy odasına vardığımızda köylüler hemen ocağı yakıp, beni de yanına oturttular. Biraz olsun ısındığımı hissettim. Çok geçmeden elinde tepsiyle biri girdi kapıdan ve tepsiyi önüme koyup “afiyet olsun molla babamız” dedi. Doğrusu sıcak çorba içimi ısıttı, artık üşümüyorum. Yemekten sonra köylülerle sohbetimize kaldığımız yerden devam ettik. Bana nasıl bu kadar gençleşebildiğimi, hangi diyarlara gittiğimi, neler gördüğümü, nereden geldiğimi ardı arkasına sordular. Köye girdiğimde bütün bu sorulara verilecek hiçbir yanıtım olmamasına karşılık şimdi zihnimde bir yerlerde kendiliğinden oluşan bir şeyler vardı. Yine de bunları seslendirecek cesaretim yoktu. Ben gerçekten Molla Ömer’dim ama elli yıl önceki bendim. Yirmili yaşlarımın sonlarındaydım, köylüler haklıydı. Üstelik benim bilmediğim nasıl bir yeteneğim varsa, onları oldukça ürkütmüştü. İçimdeki sesin bana verdiği görev konaktaki yaşlı Molla Ömer’e ulaşmaktı. Çağırılmıştım. Özgürlüğümün bu yolculuğun sonunda olduğuna inandırmıştı beni ve bir fısıltıyla seslendi kulağıma; “Sen kuşlarla konuşabiliyorsun.”

Köylülere molla babamızın yeğeni olduğumu, beni kendisine benzediğim için seçtiğini, Selanik’ten Drama’ya tüm diyarları gezip, görüp “ahali nicedir” ona bildirmemi istediğini söyleyip üzerimdeki baskıyı biraz olsun azaltmayı sağladım. Bir süre daha sohbet ettikten sonra izin isteyip evlerine döndüler. Ben de ocağın karşısına serdikleri bir şilteye kıvrılıp uykuya daldım. Ertesi sabah gün doğmadan uyandım, hazırlandım. Köylülerden biri, bir tas çorba getirdi. Çorba bir kez daha içimi ısıtıp zorlu yolculuğum için güçlenmemi sağladı. Yemeğin ardından birkaç köylü daha geldi, kısa bir sohbetten sonra sunduklarından ötürü onlara teşekkür edip, içimdeki sesin işaretlediği hedefime doğru yola çıktım.

Kar durmuş, kış güneşi havadaki pusun yokluğundan yararlanıp ışığıyla ovayı parlatıyordu. Sıkı bir ayaz vardı ama üşümüyordum. Karla kaplı ovayı boydan boya geçeceğim yürüyüşüme başladım. Yaklaşık bir saat kadar sonra yol kenarındaki bir ağacın çıplak dallarına konmuş iki karga gördüm. İnanması güç ama bunlar dün köye girerken gördüğüm kargalardı ya da zihnim öyle olmasını umuyordu diye düşünürken kargalardan biri; “Çok düşünme “ dedi. Aklımı sarsıp, derin bir ürpertiye neden olan bir karganın konuşmuş olmasından çok hiçbir sesi duymadığım halde, onları yani sesleri görüyor olmamdı. O anda sanki kainatın tüm sesleri toplanıp muhteşem güzellikte bir tablo gibi önüme serilmişti. Öteki sesin hakkını vermeliyim.

“Aldırma” dedi kargalardan biri; “Bu hep olur, alışırsın birazdan. Senin masal olarak duyduğun ama bizim gerçeğimiz olan öykümüzü bir de bizim gözümüzden görmen gerekiyor. Ondan sonra istediğin yere gidebilirsin.” Şaşkınlık ve korku içinde dinliyorum der gibi başımı sallayabildim sadece. Karganın ağzından çıkan parlak turuncular, morlar, çimen yeşilleri, kan kırmızısı ve daha bir sürü rengin oluşturduğu düzenli karmaşadan bu anlamı çıkarmıştı beynim.

“O gün Ezop efendisinin kendisini azat edeceğine gerçekten inanmış olsa da bunu kesinleştirecek önlemler almayı da ihmal etmemişti. Evdeki diğer kölelerden belirgin bir üstünlüğü vardı ve o gün isteyeceği özgürlüğünün bunlar tarafından engellenmemesi için hepsine evin değişik yerlerinde akşama kadar bitiremeyecekleri işler vermişti. Efendisinin mükemmel bir yemek yemesini ve önemli konuklar için saklanan Tenedos şaraplarından bir testiyi gizlice masaya koyarak içmesini ve iyice gevşemesini sağlamıştı. Gerçekten de senin hikayendeki gibi efendisi ondan aynı dala konmuş iki karga göstermesini istemişti, özgürlüğü karşılığında. Ezop bahçeye çıktığında –bahçedeki ağaç incir değil, yaşlı bir meşe ağacıydı ve Samos’taki evin kalıntılarının olduğu yerde hala yaşamaya devam etmekte- ortalıkta bizden kimse yoktu. Bir süre bahçede gezindi, çevresine bakındı ve uzaklarda uçuşan kardeşlerimizden başka kimseleri göremeyince elinde kırdığı dört tane cevizi ağacın altına doğru attı ve eve doğru yöneldi. Aslında iki kardeşimizi gözden kaçırmıştı Ezop ama onlar cevizlerin bir aldatmaca olduğunu düşünüp sırayla ağaca kondular ve biraz konuştuktan sonra cevizlere en yakın alt dallardan birine yan yana indiler. Evin girişindeki Ezop onları görünce sevinç içinde efendisine koştu. Ancak efendisi Ezop’un sahnelediği oyunu uzaktan izlemiş, Ezop’un kurnazlığını görünce, bir başka kölesini kardeşlerimizi kovalamak için göndermişti. Sonuçta atılan taşlarla yaralanmadılar ama cevizlerden vaz geçip kaçtılar. Ezop efendisine bir süre daha kölelik etmek zorunda kaldı.” Bir süre sustu ve bana önemli bir şeyi hatırlatırcasına yeniden konuşmaya başladı kırmızılar, maviler, sarılarla; “Senin sonun bu yolun sonunda değil, özgürlüğün başka bir dünyaya ait. Kalmakta özgürsün. Özgürlüğünü bulmak için gitmekte de özgürsün. Siz insanlar ne kadar da önemli yaratıklarsınız.”


Yabancısı olduğum bir odada, bedenime bağlanmış garip cihazlarla uyandım. İçimde bir yerlerde derin, anlamsız bir boşluk var.