22 Ekim 2016 Cumartesi

Balık Yazı / Erhan Sertbaş


 

                                                                        Yeryüzündeki tüm göçmenlere…             

 

ben bir mavi olsam

deniz bulaşsa her yanıma, balık koksam

dokunsam pencerelere, kapılara, çivite dönse tahtalar

uskumrunun sırtında lacivert

osman’ın sandalında turkuaz olsam

eylül geçti bak, ekime aldırmadan

balık yazı dediğin eli kulağında

kar beyazında soluk bir maviyi bekler

suyundan uzak lüferler, palamutlar, orkinos yürekli balıkçılar

denizin yüzünde bir kızartı gibiyim artık

nereye dönsem göçebe bütün günler

ama beni götürmeseniz

ama ben bir başka mavi olsam

dokunsam tüm denizlere

masmavi koksam…

 

 


Çocukluğumda anneanneme ne zaman Boğazda bir torik yakalandığı söylense, masmavi gözlerini Üsküdar’daki evin penceresinden Boğaza diker; “Balık yazı başladı” derdi. Balıkların okulları tatil mi oluyor, yoksa uzaktaki akrabalarını görmeye mi gidiyorlardı, bir türlü anlayamazdım. Çocuk aklı işte. Çok sonraları bir gün kendi balık yazını; evlerinden nasıl ayrıldıklarını anlattı bu ufak tefek ama yürekli kadın;

“Daha geçen hafta Kandiye’deki evimizin sokağında arkadaşlarımla oynarken nasıl da bir anda evimizi, mahallemizi, arkadaşlarımı bırakıp gelmiştik buralara? Akıl alacak gibi değildi benim gibi küçücük bir çocuk için.

Babam Kandiye’de tanınmış bir zeytin tüccarıydı. Yol yordam görmüş eğitimli bir adamdı. Dedem okuması için onu İstanbul’da liseye göndermişti ve Türkçenin yanı sıra Fransızca ve Arapça da konuşabiliyordu. Rumcayı saymıyorum, neden saymıyorsam. Herhalde ana dilimiz olarak gördüğümüzden olsa gerek. Bir zamanlar hep Türkçe konuşulurmuş Girit’te, ne var ki sonraları Rumlar yasaklamışlar Türkçeyi ve korkuyla, baskıyla unutturmuşlar ana dilimizi.

Kandiye’deki iki katlı taş evimizin ikinci katındaki odalardan birinde dünyaya gelmişim diğer kardeşlerim gibi. Ailenin son numarası olmak hep işime yaramıştı hayatım boyunca. Dört kardeştik. Girit’ten ayrılacağımız sırada en büyüğümüz Osman abim on yedi, onun küçüğü Mustafa on beş ve Ulviye ablam on yaşındaydı. Bense sekizime henüz girmiştim. İçimde bir yerlerde aklımın almadığı ve asla da alamayacağı bir boşluk gibi duruyordu bu göç. Oyun oynadığım sokağı, oyun arkadaşlarım Stella’yı, Marika’yı, Kalyopi’yi, Grete’yi nasıl bırakır giderdim? Sokağımızın kedilerini, köpeklerini, bakkal amcamız Kostas’ı, Naciye teyzeyi, onun komşusu dul Bayan Angeliki teyzeyi, komşularımızın meyve ağaçlarını, denizinin iyot kokusunu, limandaki martılarını neden bırakıp gitmeliydim? Ve bir gün “Anne ben gitmek istemiyorum” dediğimde, “Ben de” dedi kırık, yorgun bir sesle ama artık bunu bir daha açmamamız gerektiğini de sıkıca tembihledi.

Komşularımız arasında Türkler çoğunlukta olsa da yan komşumuzdan biri Rum bir aileydi ve bizim için Türk komşularımızdan hiçbir farkları yoktu. Biz de onlar için farklı değildik. Selam eksik edilmez, herhangi bir yardım gerektiğinde herkes diğerine elinden gelenin en iyisiyle karşılık verirdi. Büyük oğulları Osman Abimle birlikte sık sık balığa gider, abim balığa çıkmadığında hiç düşünmeden sandalını Niko’ya ödünç verirdi. Zaten Osman Abim Girit’i terk etmek zorunda kalacağımızı anlayınca sandalını Niko’ya emanet etti ve bir gün geri dönüp yine balığa çıkacaklarına dair söz verdi Niko’ya. Çok sonraları, artık neredeyse bir yetişkin olduğumda annem, babamın dükkanında kalan mallarımızı satmak üzere Niko’nun babası Yannis’e verdiğini ve aradan birkaç yıl geçince Yannis’in İstanbul’a gelerek sattığı mallarımızın parasını babama getirdiğini anlatmıştı. Komşu olmak böyle bir şeydi bizim mahallemizde. Bir başka tarafından bakınca tam tersi olaylarla da karşılaşıyorduk. Ne kadar küçük bir çocuk olsam da son iki yılda Kandiye’nin çok kalabalık bir yer haline geldiğini fark ediyordum. Ben görmesem de babam Girit’in iç kesimlerinde yaşayan Türklerin baskılara dayamayıp Kandiye’deki tekkelere, akrabalarının yanlarına yerleştiklerini anlatıyordu sıkça. Çoğu akşam yemeğimizde çevre köylerde öldürülen, kaçırılan insanlar konuşulmaya başlanmıştı. Hatta bir keresinde, büyük amcamın oğlu bağ evinden dönerken yolu Rum çeteciler tarafından kesilmiş, ne kadar yalvarsa da iyice dövülüp bıçaklandıktan sonra öldü diyerek yol kenarına atılmıştı. Bu olaydan sonra büyükbabam: “Artık gitmek zamanı gelmiş, Mustafa Kemal Paşa bizi buralarda komaz herhalde” diyerek göç zamanının yaklaştığını vurguluyordu. Arada bir babama; “ Halil oğlum, hazırlıkların tamam mı, konuştun mu Bindirme Heyetiyle?” diyerek baskı kuruyor, ardından da çok sonraları neredeyse bir tekerlemeye dönüşecek; “Gülcemal Vapurunu ayarlasınlar, birinci mevki olsun” diyerek baskının dozunu artırıyordu yarı şaka yarı ciddi.


Büyükbabam Horoz Ali, Kandiye’de yıllarca kasaplık yapmış, yaşlandığını kabullenince de en büyük oğlu, amcama devretmişti mesleğini. Lakabı, bir anda sinirleniveren ateşli mizacının eseriydi. Ha, biraz da kavgacılığının. Yıllar geçtikçe durulmasına karşın lakabı ilk konduğu günkü parlaklığıyla adının önünde duruyordu. Bir gün evimizin yakınlarındaki kahvehanede otururken Rum gençler kendisine sözle sataşmışlar ancak bu deli ihtiyardan bir karşılık alamamışlardı. Kahvehanenin sahibi de dedemin huyunu bildiğinden gençleri fazla taşkınlık yapmalarına izin vermeden uzaklaştırmıştı. Dedem, biz ve adadaki diğer Türkler için çember giderek daralıyordu ve yılların Horoz Ali’si bile artık geri dönüşü olmayan bir yola girdiklerinin farkındaydı. Akşam yemeğinde üstü kapalı da olsa biraz sohbetini açtı ve hemen kapattı konuyu. Babam endişelense de babası gibi konuyu baş başa konuşabilecekleri bir zamana bıraktı. İstanbul’a yerleştikten epey bir zaman sonra dedeme o günü hatırlattım ve “Hiç korktun mu dede?” dedim.

“Elbette korktum, hem de çok korktum ”dedi. ”Ama şunu bil ki eğer korkmazsan hiçbir şeye cesaret edemezsin. Ben orada korkmamış olsaydım anlamsız bir kavganın yenik tarafı olacak, belki de yaşamımı kaybedecektim. Oysa bu korku buraya göç edebilecek cesareti gösterebilmemi sağladı ve bu sayede anavatanımda ailemle birlikte huzur içinde yaşıyorum.” Haklıydı. Anlamsız ölümlerin hiçbirimize faydası yoktu. Yaşadığımız o son bir yıl içinde yüzlerce kitaba sığacak acı biriktirmiştik. Ancak ben Kandiye’yi hala çok özlüyordum.

Mübadele başlayalı iki ay kadar olmuştu ki bizim sıramızın geldiğini söyledi babam. Annem ve babaannem hazırlıklara başladılar. Her birimiz için bir bavul, bütün aile için de dört tahta sandık içine değerli buldukları her eşyayı dikkatlice yerleştirdiler. Yattığımız yün yatakları, yorganları da limana gideceğimiz gün abilerim ve babam denk yapıp, Amerikan bezine sardılar. Bütün eşyayı komşumuz Yannis’in at arabasının arkasına yükleyip limanın yolunu tuttuk.

Limana vardığımızda karşılaştığımız kalabalık beni bir hayli ürkütmüştü. O kargaşada birbirimizi ve uzun bir emekle sarıp sarmalanmış eşyamızı kaybetmemeye çalışarak hangi gemiye bineceğimizi kestirmeye uğraşıyorduk. O güne değin hiç bu kadar insanı bir arada görmemiştim. Hani mahşeri bir kalabalık derler ya; işte o denli kalabalıktı. İnsanlar bir yana denklerin, keçilerin, koyunların ve ineklerin de katıldığı garip bir topluluktu bu. Aralık ayının sonlarıydı sanırım. Hangi yıl olduğunu çok sonraları babam söylemişti; 1923 yılının Aralık ayıydı. Abilerim, amcalarımın çocukları ve amcamlar, babamla birlikte denklerimizi gemiye taşıyacak sandala verdiler. Bizi alacak sandalı beklemeye başladık. Dedem, babaannem, amcalarım, yengelerim ve onların çocuklarından oluşan büyük bir topluluk olarak, o insan yığınını aralayıp kendimize limanın diğer yerlerine göre daha sakin bir yer tutmuştuk. Bir süre sonra babam geldi ve “Hadi gidiyoruz” dedi. Ben Osman abimin sırtına binmiştim. Annem de ablamın elini sıkı sıkıya tutmuş bir yandan da dedemle, nineme göz kulak oluyordu. Babam elinde bir takım kağıtlar, sandalın başında isimleri okuyan adama, yaklaşan sandala binme sırasının bizde olduğunu anlatmaya çalışıyordu yarım yamalak Türkçesiyle. Sonunda hepimiz gelen sandala binmeyi başardık. Sandalda bizden kalan beş kişilik boş yere bir kadın ve dört çocuğu yerleşti ama kadının geride kalan iki çocuğunu, kadın ve bizimkiler ne kadar yalvardıysa da sandala almadılar. Kadın kendisi ve bir çocuğuyla inip yerine geride kalan çocuklarını almalarını önerse de başında bir büyüğü olmayan beş çocuğu götürmeyi kabul etmedi görevli. Neymiş efendim sandallar yirmi kişilikmiş, geride kalanlar bir sonrakine bineceklermiş. Limanda masum ve ağlamaklı bakışlarla sandalın uzaklaşmasını izleyen iki kız çocuğu kaldı; biri beş diğeri yedi yaşında. Gemiye çıktıktan bir süre sonra bir kadının çığlığı olanca soğuğu, rüzgarı, kargaşayı ve koşuşturmayı bir anda bölüverdi. Gemi bütün yolcusunu almıştı ve başka bir sandal daha gelmeyecekti. Bizim sandalımıza alınmayan iki kız çocuğu, limanda bir belirsizliğin, karanlık bir geleceğin içine bırakılmıştı. Kadının ağlamaları, haykırışları tüm yolculuk boyunca hiç durmadı.
 
 

Güvenin kırıldığı nokta bu olmalıydı sanırım. İçimizde sessiz bir gerginlik hüküm sürdü tüm yol boyunca.

Vapurun da kalabalık açısından limandan farkı yoktu. Kamaraların bulunduğu koridorlar, yemek salonları, bütün güverteler insan yığınlarıyla doluydu. Her aile kendine uygun bulduğu bir yere çökmüş, yemek yeme, uyuma gibi temel ihtiyaçlarını mevcut koşullar altında en iyi biçimde yerine getirecek bir ortam yaratmaya çalışıyorlardı. Dedem, babaannem, büyük amcamın hamile gelini ve ablamla ben bir görevlinin gösterdiği kamaraya yerleştik. Odada bizden başka yedi sekiz kişi daha vardı. Bir kısmı odadaki iki yatağın üzerinde, bir kısmı da yere serdikleri kilimlerin üzerinde oturuyorlardı. Aklım hep dışarıda kalan annemdeydi. Ara sıra elinde bir mendile sardığı böreklerle geliyor, hepimizin iyi olduğuna inanırsa geriye babamın ve abilerimin yanına dönüyordu. Yolculuğumuzun başlamasından birkaç saat sonra kamaramıza benim doktor sandığım beyaz önlüklü iki adam girdi ve bize aşı yapacaklarını söylediler. Tabi hiç birimiz ne söylediklerini anlamadık. Hemen arkalarında beliren bir gemi görevlisi doktorların söylediklerini çevirdi. Büyükbabam itiraz etmediğine göre faydalı bir şey olduğunu düşünmüştüm ama iğne koluma girdiği anda yaygarayı bastığımı bu gün bile çok taze hatırlıyorum. Doktorlar gittikten bir süre sonra babam geldi ve ben yine ağlayarak kucağına koştum. Korkumu yenebilmek için aşının kendilerine de yapıldığını, bunun çok gerekli olduğunu, bir daha hastalanmayacağımızı,  doktorların doktor değil de onun gibi bir şey olduklarını sabırla, tek tek anlattı. Ben “Doktor değilse nedir” diye ısrarla sorunca; “Hilal-i Ahmer’in sağlık memurları bunlar” dedi. Bu arada dedem babama üstü kapalı bir alaycılıkla; “Ama bu vapurun adı Gülcemal değil mi? Gülcemal’de gerçek doktorlar varmış” diye araya girdi. Ardından babaannemle birlikte gülüştüler. Yolculuk boyunca dışarıda kalan ailenin her ferdi sırayla kamaramıza gelip bir süre ısındıktan sonra yerlerini bir başkasına bırakıp tekrar dışarı çıktılar. Hava gerçekten çok soğuktu. Gemiciler bile dışarı çıkmamaya çalışıyorlardı.

Hareketimizin ertesi günü vapur bir limana yanaşıp demir attı. Marmaris’miş limanın adı. Bir takım yolcular denklerini, hayvanlarını alıp indiler. Birkaç saat sonra yeniden hareket ettik. Sabah uyandığımda vapur bir şehrin açıklarında yeniden durmuştu. Sonradan İzmir olduğunu öğrendiğim bu şehre de hatırı sayılır miktarda göçmen, keçi ve inek bıraktıktan sonra vapur son hedefine doğru yeniden hareketlendi.

Bütün bir gece giderek daha da soğuyan havayla mücadele ettikten sonra günün ilk ışıklarıyla son limanımıza; İstanbul’a ulaşmıştık.

Bizi sandallara bindirip, karaya çıkardılar. İskeleye çıktığımız yerin hemen yanında, balıkçılar yakaladıkları torikleri, kayıklarına boydan boya gerdikleri bir ipe kuyruklarından asmıştı. Bir yandan soğuktan bir an önce kurtulmak, bir yandan da o günkü ekmek parasını çıkarmak derdindeydiler. En yakınımızdaki balıkçının haykırışları, o zamanlar Türkçe anlamasam da bir anda aklıma kazınmıştı; “Balık yazı geldi, haydi balık yazının torikleri bunlar”.
 

Yıllar sonra öğrendim, toriklerin Karadeniz’e yumurtalarını bıraktıktan sonra kışı geçirmek için göçe kalktıklarını ve Boğazı geçerken bir bir avlandıklarını.

Kar yağmıştı Tuzla’ya. İstanbul’a mı yoksa? Bembeyaz. Hayatımda ilk kez kar görüyordum. Gözlerimiz kamaşıyordu ışıktan ve soğuktan. Gölgelerinde bir yerlerde karın üzerinde kırık, uçuk bir mavi hissediliyordu belli belirsiz. Ama ben biliyordum o bizim evin mavisi. Pencereden, kapıdan, iskemleden bulaşıp gelmişti buralara. Biliyorum. Bizim oraların mavisi bu, bizimle göçüyor.”

 
Ekim 2016 / Antalya

Mor Gecede Uç / Buket Konur

 
Uzun zaman geriye dönük düşünüldüğünde...

Depremler, tsunami, seller, okullar, işler,

aşklar, kadınlar, erkekler, yollar, otobüsler,

sokak lambaları; herşey değişti.

Biliyor musun sevgilim herşey bitişik yazılır.

Gece derin sevgilim, aydınlıktan sıkıldığımızdan, karanlıkta göründüğümüzden

gölge olmak zordur, gece görünüp gecene dolmak nasıl başkadır

şimdi

Gece Derin sevgilim; belki hiç doğmayacak kızımızın adıdır.



Elleri seninki kadar ince ve en az senin kadar güzel

düşünsene nice Likya kralları eğilir önünde, derin gecede

uzun yolculuklar yaptım, dağları aşıp sarp kayalara tırmandım

dünyaya tepeden bakıp hızlı düşüşleri izledim,

keyif aldım emniyetsiz bakarken.

Mavi gökyüzü ile kızıl denizi karıştırıp mora çaldım dünyayı



belki sana benzer

kim bilir?

‘gölgelerin gücü adına’ derken senden bahsettiğimi bilen tanrı

ben yirmili yaşlarıma geldiğimde çelmemi hak edip kendini yeryüzünde

bulacaktı

ve gücümü aldığım gölge üzerine basacaktı.

tüm hepsi gerçekleşti

Tanrının intikamı büyük oldu; o kadar uzak kaldık ki...

O kadar özledim işte ‘gölgelerin gücü adına’ cümlesinin öznesini.

O asla özne olduğunu kabul etmedi;

edebiyatım kuvvetliydi ben bunu yıllar önce anlamıştım.

Uçaklara özenip onlara yetişebilecek diye inanıp yaptığım uçurtmaları

saldım semaya

rüzgâr her defasında daha sert vurdu elinin tersiyle, kızmadım

Tanrıya; sakindim.

Gölgelerin yaylım ateşinde önce şairler vurulur sevgilim.


Sadece Aşçılar ve Aşıklar Okusun / Firkan Gülaydın









Bir insanın dışında tutkuyla bağlandığın, ruhuna kadar nakışladığın bir şey varsa; o kesinlikle mutfaktır.


Bazen öyle özlersin ki onu, tüm zor yönlerini bile görmezden gelecek kadar hemde.

Sevgilini kusursuz biriymiş gibi kabul etmen misali.


Bir sevgiliye dokunurcasına istekli. Bazen onunda ötesinde.



Gece boyu mesajlaştığın sevgilin ile buluşuncaya dek sabırsızlanman gibi, içinin heyecanla dolup taşması gibidir,

İş çıkışı kendini bir kitapçıda yemek kitapları ararken bulman ve okuduğun şeyleri bir an önce yapıp oluşacak mucizeye tanıdıklık etmeyi beklerken ki zamanın geçmemesi gibi yani..


Dışarıda yara aldıkça, kalbine hüzün çöktükçe daha çok hayat verir mutfak sana.
Ve bu aşkı kolay kolay kimseye anlatamazsın.
Ta ki yıllar sonra karşına çıkıp, sen doğru olanı yaptın diyecekleri ana kadar.


Hani sevgilinin kollarında huzurla – hiç bir şey düşünmeden – uyursun  ya.

İşte o denli dinledirir mutfak seni. Acıları kesen bir morfin misali, dinginlik katar ruhuna.


Uzaklaşırsın – günlük stres ve telaşlardan – acılardan çoğu zaman.





Zaman geçtikçe sevgilin ile birbirini tanırsın ya hani,

İşte o zaman daha güvenli, keyifli olursun. Saçlarına daha çok dikkat edersin, aynaya bakınca kocaman aptalca bir tebebssüm takılır yüzüne...



Böyle bir şeydir, mutfağı tanıman, hissetmen. Bir şeyler öğrendikçe, tecrübe edindikçe daha güvenli yürürsün soyunma odası ile mutfak arasında ki o ‘’ hayallerine giden yolda ‘’. Beyaz ceketi giyip aynaya baktığında, gurur dolar göğsüne. Gözleri dolar senin gelişimini izleyen sevdiklerinin...




Doğru zamanda, doğru adımı atmalı elbet.

Yanlış bir insanın senin hayatından tüm umutlarını, tüm zamanını, güveni çalması gibi.


Yanlış bir işletme, yanlış kişiyi idol alma ve üzerine takınacağın en ufak bir ego bile,


Silip atabilir onca emeğini, zamanını. Başa dönersin. Bu kez daha korkak, daha çaresiz biçimde...





Ve sonra evlenirsin. Artık hayatının her anındadır eşin. Gecende, gündüzünde.


Mutfakta bir süre o denli işleyecek yaşamına, bir meslekten çok bir yaşam tarzın haline gelecek.


Onsuz bir anın olmayacak asla. Bankaya bile gittiğinde, aşçı olduğunu öğrenen herkes senden bir tarif isteyecek  Şakası bir yana, artık o dünündedir, anındadır ve geleceğinde...





İşte aşkın meyvesi ‘ Çocuk ’


Çocuğun olduğunda hayat senin için yeniden başlar artık. Hayatının neşesi, telaşı, anlamı olur.


Mutfakta da bir zaman sonra çırakların olacak. Çocukların yani. Onları eğiteceksin, iyi ve düzgün bir aşçı olmalarını doğru bilgiler ile sağlayacaksın. Onların başarısı seni onurlandıracak.



Yıllar sonra ‘ sayende ustam ‘ sayende başardım diye ziyaret ettiklerinde seni. Evlatlarının ve torunlarının ziyaretleri kadar mutlu edecek seni...




İşte böyle aşıklar ve aşçılar...


İkisi bir bütündür. Aynı hissiyatı farklı şekillerde hissetmektir.


Sevgiyle, lezzetle, aşkla...






 

Kabus / Achilles Valentin


“Üstüne giydiği montun kendi montu olmadığını fark eder etmez geri döndü. “Yazık, kimin acaba?” diye söylenerek montu aldığı yere geri bırakma telaşıyla koşarak girdi binadan içeri. Kendi montumu bulmakla ilgili bir sıkıntısı yok, çünkü kolunda sarılı.

Az önce çıktığı salonu ararken binanın içinde kaybolduğunu çok çabuk fark etti. Endişelenmeye başladığı sırada merdivenlerden bir üst kata çıkmayı akıl etti. Koşar adım çıktı basamakları. Üst kat okulmuş meğer. Dersten çıkan üniformalı öğrencilere şöyle bir bakıp gerisin geriye döndü. Trabzanlardan kayarak indi merdivenleri. Kaymaya kendini kaptırmışken en alttaki basamağın bir süs havuzuna bitişik olduğunu gördü. Duramayacağını kendi de biliyordu. Sakince bıraktı suya kendini. Sadece ayakkabıları ıslanmıştı.

Sudan çıkarken montu bırakacağı salonun girişini uzaktan görünce rahat bir nefes aldı. Bir anda salonun kapısıyla arasındaki geniş açıklığa nereden geldiğini anlamadığı köpekler doluştu. Onlarca köpek aynı anda hırlıyor, havlıyor, sağa sola koşturuyorlardı. İçlerinden biri yanından geçerken korktuğunu fark edip saldırıya geçti. Onu gören diğerleri de etrafını sarmakta gecikmedi. Tam ortalarında kalmıştı ve köpekler oluşturdukları çemberi yavaş adımlarla daraltıyordu. Yardım çağrılarına uzaktan bir iki bağırış dışında cevap gelmedi. Köpekler bağırışları duymuyordu bile.

Arkasını kollamasına karşın, geri geri yürürken sendeleyip düştü. Ayaklarına doğru uzanan sivri dişleri görünce ‘ne olacaksa olsun, kurtuluşum yok nasılsa’ diyerek bıraktı kendini. Aynı anda üç ya da dört yaşlarında bir çocuk üstüne atlayıp göğsüne yattı. Şaşkınlık içinde çocuğa baktı. Köpekler hırlamaya devam ediyordu ama çocuğun varlığı ilerlemelerine mani oluyordu.

Sapsarı saçları vardı çocuğun. Açık tenliydi. Hüzünlü ama huzur veren bakışları vardı. Çocuk tek kelime bile etmedi ama yüzüne dikkatli bakıldığında köpeklerin durmasının nedeni anlaşılıyordu.  Müthiş bir özgüven ve sabır içinde bekledi çocuk. “Köpekler benim” diyordu gözleriyle. “Onları durdurmamın tek yolu üzerinde yatmam. Beni dinlemeseler de zarar veremezler korkma!” diyordu.”

Oluşan sessizliğin uzaması üzerine burnunun ucunda kayan gözlüğünü gözlerine doğru iterken sordu Doktor; “Sonra ne oldu?”

“Ter içinde uyandım. Müthiş bir kalp çarpıntısıyla fırladım yerimden. Gerçekten daha gerçek bir kâbusu en ince ayrıntılarıyla yaşadım. Daha fazlası da vardı, ama not alabildiklerim bunlar sadece.”

“Montunu kaybeden kimdi?”

“Bendim.”

“Neden kendin olarak anlatmıyorsun öyleyse?”

Doktor, karşısındaki kanepede yatanın tavan süslemelerine doğru gözünü kırpmadan bakmaya devam etmesinden sorusuna cevap verilmeyeceğini anlayarak başka bir soru sormaya karar verdi.

“Uyandığında ne hissettin?”

“Korku!” dedi adam ayaklarını hafifçe oynatarak. Ayaklarında başlayan sıkıntıyı daha fazla içinde tutamayıp ekledi sonra; “Aslında çocuğu hatırladıkça aklıma biri geliyor.”

Doktorun “Kim?” diye sormasını bekledi bir süre. Ama doktor işaret parmağını yanağına dayamış bir şekilde devam etmesini bekliyordu. Beklediği soru gelmeyince “Adını ve telefonunu biliyorum. Ama başka hiçbir bilgim yok hakkında.”

Uzandığı yerden doğruldu. Heyecanlanmıştı. Terleyen avuçlarını pantolonuna silip cep telefonunu çıkardı. Birkaç dokunuştan sonra ekranda beliren fotoğrafı doktora gösterdi.

“İşte bu kız. Adını biliyorum. Ama söylemem gereksiz şimdi. Bakın doktor iyice bakın. Buradan bakınca gözlerinin rengi tam olarak anlaşılmıyor. Bir hüzün var gözlerinde. Dedim ya telefonu da var. Yüz yüze hiç görüşmedik, ama birbirimizi ismen de olsa tanıyoruz. Neden bilmiyorum çekiniyorum iletişim kurmaktan. Ya sevgilisi varsa? Ya rahatsız ediyorsam? Kesinlikle haberi yok bu durumdan. Birbirimizin fotoğraflarını beğenmekten başka bir şey yapmıyoruz. Ama ben her akşam yastığıma sanki oymuş gibi sarılıp yatıyorum. Kâbustaki çocuk üstüme atladığında gelen rahatlama hissi; onun hayaliyle yastığıma sarılıp yattığımda gelen hisle aynıydı.”

Doktor gözlüğünü çıkarıp yanındaki sehpaya koydu yavaşça. Gözlerini merakla ne diyeceğini bekleyen hastasına dikerek; “Böyle devam edemezsin.” dedi.

“Bir şekilde konuşman ya da hislerini belli etmen gerek. Sana ait mont, evriltmeye çalışıp beceremediğin kişiliğini temsil ediyor. Binanın içinde kayboluşun gerçek hayatında bir çıkış yolu aramanla çok ilintili. Merdivenler yolunda gitmediğini düşündüğün yaşamını, köpekler de durmaksızın konuşan zihnini resmediyor. Açık ten ve sarı saçlar da hayalinde büyüttüğün kadının kendi içinde yücelttiğin kişiliği. Sadece fotoğraflarındaki bakışlardan çıkarmaya çalıştığın kişilik. O yanında olursa, elini tutarsa diğer bütün sıkıntılar düzelecek sanıyorsun. Bana kâbusunu anlatırken bir başkasının başına gelen bir olayı anlatır gibi anlattın. Gerçeklerden kaçıyorsun. Reddedilme korkun, gayet olağan durumlarda bile kaçmana, saklanmana neden oluyor. Bunun tek bir çözüm yolu var.”

“Biliyorum” diye kesti sözünü Doktor’un. “Ama bu o kadar da kolay değil.” dedi bakışlarını yerden ayırmadan.

“Aslında kolay. Kaybedeceğin bir şey yok!” dedi Doktor. İlginin halıdan kendi üzerine kaydığını görünce de devam etti. “Hazırla kendini ve hazır hissettiğin ilk anda bir şeyler söyle. Reddedilirsen şu andakinden daha fazla acı çekmeyeceksin. Beynimiz kabul etmese de her zaman olumlu bir ihtimal vardır. Dene! Sadece dene. Bütün hayatının hesabını yaptığın gün geldiğinde pişmanlık duyacağın tek şey denememek olacak.”

Duvarda sallanan sarkacın üç kere tınlaması görüşmenin sona erdiğini işaret ediyordu. Sırada bekleyenlerin olduğunu bildiği halde elinden geldiği kadar yavaşça toparlandı. Elini uzattı Doktor’a. “Teşekkür ederim.” dedi sesi titreyerek. “Dediğiniz gibi olsun. Deneyeceğim.”

Tuğçe Erkoçkar Röportajı / Didem Aydın



İnstagramda fenomen olmuş bir isim, başarılı bir güzellik uzmanı ve estetisyen Tuğçe Erkoçkar ile sizler için güzel bir söyleşi yaptık...


 

İlk olarak şöyle başlayalım...


Kozmetik eğitimi aldınız mı?


Kozmetik eğitimi aldım.Bence yapacağımız her işin eğitimini alıp o şekilde devam etmeliyiz. Heleki bu insan sağlığı ve güzelleşmeyle ilgili bir alansa. İlk olarak Nişantaşı MC Akademi'den sağlık bakanlığı onaylı eğitim aldım. Daha sonrasında Esra Simay parmenant makeup studio'da eğitimimi tamamladım. Yurt dışı ve gerekli yurt içi güzellikle ilgili seminer ve fuarlara katılım sağladım.


 




Türk Kadınlarının kozmetiğe ilgisi son yıllarda mı arttı? Kozmetikten ne ölçüde doğru faydalanıyoruz? Neler yapmalıyız?


Kesinlikle arttı. Son yıllarda kadınların güzelliğe olan bakış açıları oldukca ilgili olmaya başladı. Günümüzde artık basit yöntemlerle güzelleşmek çok kolay. Kozmetik ürünleri olsun, profosyenel destek olsun oldukça yaygın. Önemli olan bundan bundan doğru bir şekilde faydalanmak. Bayanlar olarak kozmetik ürünlerini tercih ederken en çok kokusu ve renginden çok ambalajlarına tav oluyoruz. Çünkü tüketici kozmetik markası ile birlikte imaj da satın alıyor. Biz kadınlar olarak önce kendimizi iyi tanımalı, cildimizi uzman tarafından analiz sonucunda gerekli kozmetik ürünlerini kullanmalıyız. Faydalı olacağını sandığımız bir ürün tam tersi tam tersi bir etkide bulunabilir. Kozmetik ürünlerini, cilt yapımıza ve uzmanlar tarafından tavsiye sonucu temin etmeliyiz.


 


Bu yoğun tempoya yetişmek zor olmalı


Yoğun ve güzel diyebiliriz. İşimi severek yapmanın artısı olmalı. O yüzden oluşan yoğunluk ve zorluklar bana keyifli hala dönüşebiliyor. Gerek kadınlar ve erkekler olmak üzere güzelliğe önem veren insanlarla bir arada çalışmak hizmet vermek oldukça keyifli.


 


Doğal güzellik tüyolarınız var mıdır?


7'den 70'e her kadının güzellik, bakım ve makyaj gibi alışkanlıkları olmuştur. Güzellik salonları, kuaförler, cilt bakım merkezleri kadınların en çok tercih ettiği mekanlardan. Fakat kadınların evde kendilerinin uygulayacağı oldukca doğal güzellik sırları da olmalıdır. Beni takip edenler ve tanıyanlar sürekli sosyal medya adreslerimden güzellik sırlarımı paylaştığımı da bilir.




 


Sosyal medya ve işinizdeki başarınızın sırrının ne olduğunu düşünüyorsunuz?


İnsanlarla iyi iletişim, doğru diyalog, güvenilirlik ve sıcaklık olduğunu düşünüyorum. İyi bir izlenim vermek insanların size olan inancını sağlar. Dış görünüşe özen göstermek, insanları doğru bilgilendirmek. En önemli ise verdiğim yöntemlerin, yayınladığım ürünlerin olumlu sonuçları ve mutluluğu. Şimdiye kadar hiçbir şekilde paylaştığım bilgiler doğrultusunda olumsuz bir etki almadım. Bu da benim mutluluğum olsa gerek. İnsanlar tarafından sevilmek ve takip edilmek işimi doğru şekilde yaptığım ve gelen mesajlara elimden geldikce cevap vermeye çalışmamdır. Herkese teşekkür ederim.


 


Takipçilerinizle etkileşiminiz nedir ? Geri dönüşümlerde yaşadığınız güzel bir anı varsa okuyucularımızla paylaşır mısınız?


Genellikle takipçilermin yüzde doksanı kadındır. Hemcinslerim tarafından takip edilmek ve takdir edilmek oldukca gurur verici. Oldukca güzel geri dönüşler ve mesajlarım oluyor. Fakat bunların arasından beni en çok etkileyen bir anımı sizinle paylaşmak istiyorum. Geçtiğimiz aylarda sosyal medyamda güzellikle ilgili ve benimde evde kullandığım bazı ürünleri yayınlamıştım. Yayınlamamın ardından aynı günde önerdiğim birçok ilde bulunan kozmetik mağazasındaki müdürlerden mesaj aldım. Mesajda, bugün alışveriş yapan müşterilerimizin birçoğu Tuğçe Erkoçkar saç bakım yağımdan istiyoruz dedi sizi tanımıyorduk. Birkaç saat içinde stoklarda olan sizin ürün bitti. Sizi artık bizde takip ediyoruz dediler. Beni çok mutlu etmişti. İnsanların güvenilirliği anlatılmaz bir duyguydu.


 




Sizi tanıyanların en çok merak ettiği soruya gelelim. Eşiniz Zorbey ile nasıl tanıştınız? İlginç bir hikayeniz var mı?


 


Eşimle tanışma hikayem hem güzel hem komik bence. 23 yıl aynı mahallede mahallede oturup birbirimizi tanımamamız oldukça ilginç olsa gerek. Zorbeyin halası beni bir güzellik merkezinde görmesi sonucu aramızı yapmak istedi. İkimizde istemediğimizi söyleyip konuyu kapatmışız haberimiz olmadan. Fakat 3ay sonra tekrar aynı güzellik merkezinde halasıyla karşılaştık. Aramızda hiç bir muhabbet geçmedi. Kapıda halasını almaya gelmiş Zorbey de beni görmesiyle halasına sorması bir olmuş. Daha sonrasında güzellik merkezinden ismimi soyismimi öğrenip bana bir şekilde ulaşmanın yolunu buldu bir kahve içtik ve o gün seninle evlenicem dedi. 5 ay içinde dediği oldu ve büyük bir aşkla evlendik. Allah herkese böyle bir aşk nasip etsin


 


Kuşadasına yerleşmek büyük bir karar olmuş. Bu sizin için zor oldu mu?


İnsanın doğduğu büyüdüğü bir şehirden birden başka bir şehire taşınması kolay olmasa gerek. Ama aşk herşeyi yaptırıyormuş. Kısa bir süre içinde Kuşadasına alıştım. Burası bizim aşkımızın yeri olduğunu biliyorum insan sevdiği neredeyse oradaymış. Ailemiz ise bizi yalnız bırakmadı. Onlarda buraya yerleşti bunun için çok mutluyuz.


 


Uyum sağlayabildiniz mi? Şehirde yapmaktan hoşlandığınız şeyler neler?


En güzel yanı sabah gözlerimi açtığımda mis gibi masmavi bir deniz ve kocaman büyük gelen gemiler. Manzaranın uçsuz bucaksızlığı. Hergün sahilde minik köpeğimiz kızımız çilek ile yürüyüş yapmak. Nerede yemek yersek yiyelim deniz ayaklarımızın altında olması bence büyük bir ayrıcalık. Her yer arabayla 10dakika olması ise en büyük keyfi. Kısacası cennet..


 


Mutfaga ilginiz oldugunu biliyoruz. En çok begendiginiz ve yapmaktan keyif aldığınız yemekler hangileri?


Yemek yapmayı seviyorum, el lezzeti olanlardan olduğumu düşünüyorum. Sevgili annemin yemeklerini hiçbirşeye değişmem sanırım az da olsa ondan birşeyler almışım :) Pilavım çok güzeldir, pilav deyip geçmeyin pilav yapan her yemeği yapar demiş büyüklerimiz :)


 


Eşiniz ile birlikte hazırlamaktan keyif aldığınız bir yemek var mı?


Zorbey genellikle yemek yeme bölümünde çok daha başarılıdır. Mutfakta ben yemek yapınca masayı kendisi hazırlar çok zevklidir. En güzel masayı kurabilir diyebilirim. Kendisinin haftada bir yaptığı yemek vardır oda evde tavuk döner. Oldukca lezzetli lavas arasında acı soslarla bütünleştirip yaptığı tek yemektir.


 


Ege mutfağı hakkında neler düşünüyorsunuz?


Ege mutfağı oldukca zengin ve lezzetli bu bölgede yaşadığım için de çok şanslıyım. Ege mutfağı diyince akla ilk şey zeytin ve yağı. Sebze yemekleri, zeytinyağından yapılan bütün sulu yemekleri boyozu, izmir köftesi, zerde, keşkek, radika salatası, tulum peyniri, mücmeri. Bunlar sadece sevdiklerimden birkaçı.


 


Tercih ettiğiniz restaurantlar nereler?


Genellikle balık ve et restaurantları oluyor.


Yakında yeni projeler var mı?


Yakında çok güzel projelerim var beni takip eden takipcilerimde görecek. Hem güzellik anlamında, hem de farklı alanlarda. Ama söylemiyorum süpriz olsun.


 


Takipcilerinize vermek istediğiniz bir mesaj var mı?


Beni takip ettikleri, görmeden sevdikleri için, iyi dilekleri duaları içine koydukları için, güvendikleri yanımda oldukları için çok çok teşekkür ederim sizleri seviyorum.


 


Son olarak Gastroedebiyat kulübü hakkında ne düşünüyorsunuz?


Son derece başarılı, keyifli bir kulüp. Her alanda başarıları olan, okumaktan keyif aldığım bir proje. Herkesin emeğine yüreğine sağlık. Bana da yer ayırdığınız için sonsuz teşekkürler en içten şekilde sorularınızı cevapladım. Teşekkür edip başarılarınızın devamını diliyorum.


 




Peynirin En Kısa Tarihi / Ayseli İzmen

Peynirin tam olarak ne zaman üretildiği halen tam olarak bilinmiyor. Bazı araştırmalar, peynirin ilk defa MÖ 6500-5000 yılları arasında bugünkü Makedonya ve Yunanistan’da ortaya çıktığını gösterirken, kimi kaynaklar Polonya’da ortaya çıktığını gösteriyor.




Bu konu üzerine çalışmalar yapan Princeton Üniversitesi Mühendislik ve Bilim departmanı dekan yardımcısı Peter Bogucki ve ekibi, peynir tarihinin aslında bilinenden çok daha eski olduğunu bir kaç yıl önce kanıtladı. 30 yıl önce başlayan ve 2012 yılında sonuç veren arkeolojik araştırma sonuçlarına göre ilk peynir MÖ 7000’de Polonya’da ortaya çıktı. 

 

Yapılan kazılar sonucunda çeşitli çömlekler bulundu. Bu çömlekler arasında süzgeç olarak kullanıldığı tahmin edilen, delikli çömleklere çeşitli biyokimyasal analizler yapıldı. Yapılan bu analizler, çömlekte bulunan maddenin süt yağı olduğunu kanıtlarken, çömleğin muhtemelen peynir üretiminde kullanılan bir filtre olduğunu gösterdi.

 

Bu alanda uzman bir çok araştırmacıya göre Neolitik dönemde yaşayan çiftçiler hayvanlarını özellikle peynir üretmek için besliyordu. Bunun nedeni bölgedeki halkın laktoza duyarlı olmasıydı. Laktoz, yani süt şekerini, sindiremeyen yerliler çareyi çok daha az laktoz içeren peynirde bulmuştu. 

 
Dr Bogucki “O zamanlar bir çok insanın laktoza duyarlılığı vardı. Peynir içindeki laktoz oranından dolayı hem kolay sindirilen hem de oldukça besleyici bir gıdadır. Bu yüzden halk sütten ziyade peynir tüketmeyi tercih ediyordu” dedi. 


 
Peynirin tam olarak nerede ve ne zaman üretildiği tartışıla dursun, hem fikir olunan bir gerçek peynirin eski mitolojideki önemi. Eski Yunan mitolojisinde peynir insanoğlunun ilk ürettiği yiyecekler arasında. Özellikle keçi, keçi sütü ve keçi peyniri Yunan mitolojisinde ayrı bir öneme sahip. Zeus’u çocukken besleyen canlının keçi Amatlheia olması da bunun en büyük kanıtı. Muhtemelen tamamen şans üzeri üretilen peynir, özellikle MÖ 5000 yıl önce Mezopotamya’ da gelişti. Bu dönemde bulunan duvar resimlerinde peynir yapımının inceliklerini öğrenmek mümkün.
 
Günümüzde peyniri sabah, öğle, akşam her öğün tüketiyoruz! 2013 yılındaki verilere göre Türkiye’de kişi başı peynir tüketimi 16.5 kg. Bu oran Avrupa’da ki diğer ülkelere göre daha az olmasına rağmen ( 17.3 kg), Amerikaya göre daha yüksek (15.07kg). Bakalım 10 yıl sonra kişi başı peynir tüketimi kaç kg olacak..

 

Mesafeler / Selin Köken


Uzun yolların arkadaşı olmadığımızı ikimizde biliyorduk. 

Hayal kuruyorduk sadece

Gülmüş ve gülüşmüştük

Çünkü yaz böyle birşeydi. 

Pazar'a bir kaç saattimiz kalmışken radyoya kulak verdik. 

 

Aklım mı uzuyor, yollar mı belli değil şimdi... 

Kayarken tekerler yangın asfaltta

 

Ellerin uçurumlarda kayıp. 

Ve bütün gezegeni saracak kadar büyük... 

Şimdi burada değilsin. 

Şimdi burada değilim. 

 

Ne kadar kırılganım oysa

Ne çok şey var giden zoruma 

Kimsenin anlayamadığı 

Benimde kimsenin anlamasını istemediğim aslında 

Ötelediğim şeyler geliyor aklıma 

Ahh diyorum... 

 

Ne kadar uzağa gitsem de her yer aynı mesafe, aynı gökyüzü ve hep aynı bulut tepemde... 

 

 

 

 

 

Sana Sırılsıklam Aşığım / Didem Arslantürk


Yan masamda oturuyorlardı.
Belli ki çook mutlulardı.
"Seni seviyorum" dedi adam.
Gülümsedi kadın.

Ellerinin arasına aldı ellerini, devam etti konuşmaya:
"Ve hep sevmek istiyorum.."

Gözlerinin içi gülüyordu kadının.
"Ben de.............. ben de seni seviyorum ve hep de sevmek istiyorum" diye haykırdı.

Bu anı epey beklemişlerdi belli ki.
Sarıldılar sık sıkı.

Tam da o anda, girmek istedim aralarına:

"Sevmek ne demek senin için?" diye sormak için adama.
"Ya 'sevilmek'ten ne anlıyorsun sen?" diye sonra, kadına.

Birini "istemek" ne demek..?
Üstelik.... "hep"..?

Birisi bize "bizi sevdiğini" söylediğinde; "sevmek"ten ne anlıyorsak, "sevince" ne yapıyor / ne söylüyorsak, özetle "biz birisini nasıl seviyorsak" onu bekliyor oluyoruz karşımızdakinden.

Bizi "öyle" sevdiğini, seveceğini sanıyoruz.
Sonra................

...........................................................

Geçenlerde "sana sırılsıklam aşık oldum ben" dedi, değer verdiğim birisi.
Şaşırmıştım............ gülümsedim.
Eh, böylesi bi' cümleyi duymayı kim istemezdi ki?

Sonra dedim ki "Senin için 'aşık olmak' ne demek?"
Gözleriyle gökyüzünü taradı.. geçmişe gitti.. bakışlarından anladım.
"O'ndan başka bi' şey düşünememek" dedi.

Masaya dayadığım dirseklerimi bileklerime kadar geri çektim, sırtımı sandalyeye dayadım.

"Ama düşüneceksin, biliyorsun değil mi? Dışarıda ikimiz için de koccccaman bi' dünya var. Eski eşin, çocukların, işin, ayakta durma mücadelen, dostların, hobilerin, korkuların, beklentilerin............. Yani; 'benden önce'n var senin. Ve an gelecek, benden başka şeyler de düşünmek durumunda bırakacak seni 'o' hayat. İşte, asıl o zaman, aynı coşkuyla söyleyecek misin bunları? Ben 'asıl o zaman' neresinde olacağım hayatının? Beni 'dünyan' yapmak yerine, 'dünyana alacağını söyleseydin'............. Böylelikle ben de ilginle, sözlerinle, jestlerinle kendimi 'kraliçe' zannetmeseydim.. Bu illüzyona kanmaktan çekinmeseydim.. İstemeden de olsa, 'vaatlerle aldatmasaydık' birbirimizi.. Üzülmemiz bu kadar 'garanti' olmasaydı eninde sonunda.."

Kaşları çatıldı.
"Sen 'an'da değilsin şu an" dedi.
"Aksine, fazlasıyla 'an'dayım" dedim.
Tutmak istediği ellerimi, sakince, dizlerimin üstüne koydum.

"Aşk insana her şeyi yaptırır. Bana da bunları söyletiyor şu anda" dedi.
"Hayat da öyle, inan.." dedim.

"Hani 'an' dedin ya.. İşte o 'an' geldiğinde, elimi hiç düşünmeden bırakacaksın. Arka sıralara atacaksın. Adı artık 'aşk' olmayacak. 'Alışkanlık' belki.. ya da 'kesinlik'.. 'Hayatının merkezine koyduğun o kadın-ben, artık 'uydu'n olacağım yüksek ihtimal. Ve bu senin 'benimle yola çıkma sebebin' olmayacak. Hatırlayacak ve hayıflanacaksın. Gözlerime baktığında, baştaki o 'şey'i bulamayacaksın. Eksileceksin an-be-an. Belki de, ben sana 'çoğalırken', sen azalacaksın."

"Ben sana bu kadar duygusal yaklaşırken, senin bu denli teknik olman......." dedi ama devamını getiremedi.

Bi'kaç dakika öylece oturduk.
Denizin mavisi göz alıyordu.
Birazdan yağmur yağacaktı, bulutların hızla dizilişinden, rüzgârın şiddetinden, sıcağın hiddetinden hissediliyordu.

"Belki acılarımdır, attığım kimi yanlış adımlarımdır bunun sebebi" dedim.
Susuyordu.. bakıyordu.. anlamaya çalışıyordu.

"Ve inan bana, insan -neredeyse hiçbir- acıyı karşı taraftan almaz. Kendine yaşattığı, kendine lâyık gördüğü, vazgeçemediği, bırakıp gidemediği o yıllar / yollar var ya hani........... onlar işte."

"Ben seni incitmem ki.. kıyamam ki.." dedi.
Başımı öne eğdim.
Ellerimi sıkıca birbirine kenetleyip, dizlerimin arasına gizledim.

"Dedin ya 'aşk, ondan başkasını düşünememek' diye.. Keşke, benden başka şeyleri de düşünebilseydin. Keşke beni onlarla birlikte düşleyebilseydin. Keşke bana dünyanı anlatıp, beni onların arasına davet edebilseydin. O zaman bana, sabah da-akşam da-aç da-tok da- aşık kalabilirdin.. Kim bilir, belki yıllarca........."

"Yani?" dedi sıkıntılı ve sabırsız bi' ses tonuyla.

"Yani.." dedim, "Hayat sana benden başka şeyler düşündürdüğünde de aklındaysam, beni o zaman da hâlâ 'sağında' istiyorsan, benden güç alıyorsan-bana güç veriyorsan, gözlerinin içini güldürebiliyorsam, mesajlarla değil sesimle-kucaklayışımla-varlığımla giderebiliyorsan ancak özlemini, sabah uyandığımızdaki o ilk halimle de beni sarıp sarmalamayı istiyorsa kolların, güveniyorsan bana ve sırtını dayayabiliyorsan, kalbin kadar aklın da onaylıyorsa beni, ellerimi sıkı sıkı tutuyorsan, onca kalabalığın içinde -sadece- beni görünce ancak yumuşuyorsa yüz hatların, sadece benim tenim dindiriyorsa arzularını, huzurluysan, benden eminsen ama bu 'emin olmak' seni başka yola saptırmıyorsa, beni 'hayat gardrobunun' bambaşka bir gözüne koyuyorsan ama 'gardrobunun bütününde' de yerim varsa, sesini duymadan yapamıyorsan ama sesini duyduktan sonra hayatındaki zorluklar artık eskisi kadar korkutucu-yorucu gelmiyorsa, kendini yalnız hissetmiyorsan artık, 'orada seni seven-senin için var olan' biri varsa, kokusunu kilometrelerle öteden alabiliyorsan ve hatta hiç beklenmedik bi' anda onu karşında görüyorsan, deriiiin nefes almak gibiyse onunla olmak, enerjisiyle seni 'gitmek istediğin yere' taşıyan, 'hem benzinin-hem araban-hem yol arkadaşın hem müziğin olan erkekse yanındaki, 'kalbinle / aklınla yapabileceklerine seni kayıtsız şartsız inandıran'sa, bi' an önce sarılıp uyumak için dakikaları sayıyorsan, hattâ olduğun yere falan bile bakmadan her fırsatta dokunuyorsan bi' şekilde bi yerine................. İşte O'dur aranan........ ve işte benim için O 'aşk'tır."

"Bu da senin 'aşk' tanımın işte" dedi.
"Evet" dedim.
"Bence bana karşı bunları hissetmiyorsun sen" dedi.
Sustum.

"Hattâ, sanırım ben de 'senin tanımına göre' sana aşık değilim sanırım galiba. Çünkü hayatımın içine seni yerleştirirken kaza yapabilirim, belki seni bu anlamda incitebilirim bile.." dedi.
Sustum.

"İyi de, bu neyi değiştirir ki? İki insan 'aynı his ve beklentilerle' aşık olamayabilir birbirine.." dedi.
Sustum.

Bıkkınlıkla, kendi yanıtını kendisi verdi sonra:


"Ama o zaman da, benim sana aşık olmadığımı düşünebilirsin tabii. Ben de her fırsatta 'aslında sana ne kadar aşık olduğumu ispat etmek zorunda kalırım; üstelik bunu senin yöntemlerinle yapmaya çalışacağım bi' süre sonra yorulurum.. kalakalırım" dedi.
Sustum.

"Aşk bu kadar teknik değil yine de bence.. Senin bahsettiğin 'sevgi' olmalı" dedi.


Sustukça, O'nun hakkında yeni yeni şeyler öğreniyordum.
Anlattıklarım, O'nun "sevgi" tanımına daha çok uyuyordu.
Ve ilginçtir; O'na göre sevgi, aşk ile "birlikte" yürümezdi.
Al işte........ "bi' çakışma daha"ydı......
Gözlerinin içine baktım şefkatle.......... sustum.

"Bir gün birisine ellerimi uzattığımda, her gün aşkla bakacağım gözlerine. Anlattıklarının aksine, ben 'severek, aşkla' yürüyeceğim onunla. Kaç gün/ay/yıl süreceği umrumda değil. Saniye düşünmeden, yepyeni bi' hayat kuracağım onunla. Söz vermeden.. söz istemeden.." dedim.

Kahvelerimizi bitirip vedalaştık.

................................

Arabama bindiğimi hatırlıyorum.
Ve bi' süre motoru çalıştırmadığımı.
Birinin kalbime dokunmasını ne kadar da özlediğimi..
"Yarım"lığımı..
Penceremi açıp, yağmurun ilk damlalarına temas etme çabamı.

Göz pınarmarımda biriken damlalar, havadan düşenlere oranla sanki daha hızlı, daha acımasızdı.

.................................

Halbuki insan ne çok istiyor aldanmayı..
Ne çok arzuluyor, birisi tarafından "istenilmeyi"..
Bu sözcükleri duymak için gün sayıyor.. hayal kuruyor.
Hepsi; bir an için dahi olsa "uçmak" için........ değil mi?
Bilmiyor işte........... bilmiyor.

Zira beni, zemine çakılmak daha çok düşündürüyor.

"Güvenmek, güvenli alanda olmak" gibi değerleri olan birisine "aşık olduğunu" söylemek için nasıl da hatalı cümleler bunlar...........
Aslında hata değil onunki......... hayır......... aksine, 'kendi yol' bu.. hem, beni de tanımıyor.

İstemeden de olsa, kaybettik -belki de gerçek olabilecek- bi' ilişki ihtimalini gibi görünüyor.

(Teselli: Başından olması daha iyi.)

'Söyledikleri' ile 'kastettikleri' arasındaki bağı, 'anlatmak istediği' ile 'anlaşıldığını düşündüğü' kısmı, 'değerleri' ile 'algıları' arasındaki râbıtayı düşünmeden yaşayamıyorum.

Allah'ım.. bi' de benimkiler var tabii..
Düşünmek bile istemiyorum!

Bu kadar zor mu gerçekten?
Bu kadar uzun mu yol?
Ya da....... artık daha çabuk mu yoruluyorum?

Kim bilir.... alacak derslerim bitmemiş de olabilir daha........... bilemiyorum.

Yalnızlığıma Benden İki Dilim Kek / Handan Ergün Hoşrik

Dumanı üstünde nefis bir hamburger ya da kokusu bütün evi sarmış çikolatalı kek!
Bütün günün yorgunluğunun ardından sıcacık bir sofranın başında karnını doyurmak gibisi yok. Ya da artık iyice acıktığı için çılgınca ağlayan bebeğin sütle buluşması! Elbette ki yemek yemek en temel fizyolojik ihtiyacımız ve bunun giderilmesi müthiş bir hazza dönüşebiliyor. Artık açlıktan alarma geçmiş olan bünye yemeğe ulaşmak için türlü sinyaller veriyor ve karnı doyduğu anda da başka şeylerle ilgilenebilmek için hazır hale geliyor. Dolayısıyla yemek yemek en önemli günlük rutinlerden bir tanesi. Elbette ki şanslıysanız! Şanslıysanız karnınızı doyuracak şeylere kolayca ulaşabilir, hatta en sevdiğiniz yemekten yana tercih bile kullanabilirsiniz.
Karın doyurmak yemenin en temel işlevi olsa da; kimileri için güzel bir yemeği güzel sunulmuş şekilde yemek de ikinci bir haz kaynağı; bazen bir yemeği bu şekilde sunmak da. Kalabalık bir sofranın etrafında ailece toplanılmış bayram sofraları ya da arkadaşlarla çevrelenmiş bir masa pek çok zaman yemeği taçlandırmaz mı? Ancak aniden beliren yeme isteği, mutlaka ama mutlaka belli bir şeyi yemeye duyulan müthiş arzu ise duyguları doyurmak için kontrol dışında düğmeye basılmış bir dürtü gibi.
Koca bir paket cips, bir tablet çikolata ya da bir tabak dolusu soslu makarna! Zihniniz sadece bunlardan birini tüketmeye odaklanıp, başka bir şeyle dikkatinizi dağıtamadığınızda, karnınızın ötesinde ruhunuzun açlık sinyallerini duyuyor olabilirsiniz! Doymak için yemek yemeye değil; bir duygusal ihtiyacı doyurmak için belli bir yiyeceği tüketmeye yoğunlaşmış haldesiniz. İşte bu duygusal açlık ! Yani karnınızı doyurmak için değil duygularınızı yatıştırmak için duyulan ihtiyaç. Yalnızlığa söylenen iki kişilik pasta ya da öfkeye kurban koca bir paket cips.
Fark ettiyseniz hepsi ya yağlı, ya şekerli ve sonunda karbonhidrat. Bedenin mutluluğa giden kestirme yollarından biri, hızlıca bu içerikte bir şeyler tüketmek. Dolayısıyla da pek uzun değil etkisi, iki üç dilim pastayı mideye indirdikten sonra da hala aç hissetmeniz çok olası! Yemekle doyamayan duygu, kısa mutluluğun ardından delice acıkan ruh ve obez bir ruh sağlığı…
Zaman zaman abartılı kaçamaklar yapmak elbette ki hepimiz için mümkün. Ancak ansızın beliren açlığın ardındaki duyguyu anlamaya çalışmak; yemek ile duyguları atlatmayı
bir rutin olmaktan çıkarmak çok önemli. Yemek yemenin gerçek keyfini sürdürebilmek için gerçekten acıkınca bir şeyler yemeli ve yalnızlığa bir dost eli değmeli…
Klinik Psk. Handan Ergün Hoşrik