21 Temmuz 2017 Cuma

Pahalı Olan İyidir! / Evren Hoşrik




Reklamlarda bizlere sunulan pek çok ürün, “Onlara sahip olmak bir ayrıcalıktır, ödüldür.” hissi yaratarak satın alma eğilimimizi arttırmaktadır. Bir markaya ait, pahalı ve ayrıca ünlüler tarafından da kullanılıyormuş gibi sunulan ürünler, çevremizden itibar görmemizi sağlayan ya da sadece kendi kendimizi iyi hissettiren birer ödüle dönüşerek, zamanla karşı konulamaz hâle gelmektedir. Bu ödüle duyduğumuz ihtiyaç bir süre sonra bizi sürekli marka giymeye, yeni model bir akıllı telefon almaya, arabamızın modelini sürekli yükseltmeye koşullandırır. Sonunda bu durum, aslında her zaman öyle olmasa bile, “Pahalı olan iyidir, marka olan iyidir, pahalı olduğuna göre mutlaka iyidir.” şeklinde bir batıl inanca ya da batıl davranışa dönüşerek, aslında gerçekten kaliteli olup olmadığına bakmaksızın sadece marka ya da pahalı olduğu için o ürünü arzulamamıza ve bütçemiz uygun olmasa da satın almamıza neden olur. Sonuç olarak, akıllıca tasarlanış reklamlar aracılığıyla oluşturulan; "ünlülerle aynı şeyleri kullandığımız için ünlü gibi hissetme", "pahalı bir ürün kullanarak değerli hissetme" yanılsaması nedeniyle bir ödül ve değer algısı yaratılarak fazla para harcama ya da satın alma davranışımız pekiştirilmiş olur.

"Matematiğim Pekiyi Ama Kendimi Toplayamıyorum" kitabından

Uzm. Psikolog M. Evren HOŞRİK

 

Şeb-i yelda / Buket Konur


 
Aslında bir anda tıkanıp artık yazamadığımı fark ettiğim nadir

anlardan biridir bu.

Hayaletlere inanmam, mucizelere de inanmam, hatta bazen

Tanrı’ya bile inanmam.

-özel isim olarak yazmam bile çelişkidir.-

İnandığım tek şey bazen hiçbir şeye inanmadığımdır.

-bu da alıntı bir söz gibi ama gerçekten öyle.-

Geldim, gördüm, gidiyorum...

Hayat enteresan renkli köşelerle dolu, bazı köşelerde gökkuşakları

beklerken bazı köşelerde toz bulutunda boğulmak mümkün, köşelere

takılıp birbiriyle yarışan

insanoğlu aslında dünyanın köşesiz olduğunu unutup dalmıştır bir

karmaşaya.

Dünya küredir, köşesizdir, keskin ve karakterli değildir.

Bir köşeden çıkagelecek bir gölgeyi beklerken akıp giden hayat

aynaya bakmamızla gerçekliğini vurur. Bir tokadın morluğunda

bütün gölgeler dağılır...

İnanmışızdır dünyanın dönüşüyle birlikte bize taşıdıklarına; önünde

sonunda beklenen olacaktır yanı başımızda.

Sevgilim...

Sen bu çelişkili laflarıma aldırma

hem inandığım tek şey hiçbir şeye inanmadığımdır ya; gecemizi

ağlatan karamsar sözlerimi de takma.

Ben şimdi dağılmaya gidiyorum, yeniden birikmeye, yine zihnimin

en güzel yerini sana ayırdım deri koltuklar üzerinde şömine sıcaklığında

bana eşlik edeceksin...

Hem işte, bak gölge etmiş takvimine,

bu gece en uzun gece...

Tutkularını ciddiye alanlarda bugün: Prof. Dr. Mehmet Ömür / Ayseli İzmen




Nazım Hikmet’i herkes anlayamaz. Anlamamalı da zaten. Benim Nazım’ın dizeleri ile tanışmam bebeklik arkadaşım Eda Soylu’nun ona tutku ile bağlanması ile başladı. Onun bu heyecanını, bu tutkusunu yaşamak ve anlamak benim için kolay olmadı. Ta ki hiç bir şey beklemeden üretmeye başladım, ta ki memleketim zor durumlara düştü, ta ki tutkularımla dans ettim Nazım’ı o zaman anladım.

 

Özellikle “Yaşadım diyebilmek için” şiirini her dinlediğimde nedenini bilmediğim bir sebepten ağlıyorum.. Bugün sevgili Mehmet Ömür ile yaptığım söyleşiyi yazarken, aklımda sadece yine Nazım’ın şiiri var. Nedeni bu yazıda gizli.

 

Mehmet Bey tutkuları ile yaşayan bir doktor. Sadece mesleğini yapmıyor hayatı yaşıyor. Fotoğraf çekiyor, resim yapıyor, şarapla ilgili kitaplar yazıyor,  atölyeler düzenliyor, bol bol gezip farklı kültürleri tanıyor. Kısaca hayatı bütün renkleri ile yaşıyor. Hayat sadece bir renk değil, farklı tonlarda da değil. Bir çok rengi olmalı hayatın. Bir çok enerjisi. Mehmet bey adeta bir gök kuşağı. Gelin kendisini yakından biraz daha tanıyalım.

 

Bütün tutkularınızı ciddiye alıyorsunuz. Elinizi attığınız her alanda çok başarılısınız. Nasıl her şeyi aynı anda yapabiliyorsunuz? Yorulmuyor musunuz?

 

Sorunun içinde cevabı da var. İnsan bir şeye tutku ile bağlanırsa bu bir insana aşk olabilir, bir resme, sanata, tanrıya ya da şarap olabilir, o eninde sonunda sizi yaratmaya ve sevmeye yöneltir. Bu da insanı asla yormaz.

 

O zaman karakter olarak da çok tutkulu olmalısınız ki bu kadar farklı alanda başarı gösterebiliyorsunuz?

 

Evet aynen öyleyim. Gerçekten bir şeye tutulunca peşinden gidiyorum. Mesela şu an iphone fotoğrafçılığı ve iphone sanatı ile ilgileniyorum. Bu tutkum sonucu Amerika’ya 3 günlük kursa gittim. Gelecekte iphone ile çekilecek fotoğrafları daha çok göreceğimizi düşünüyorum. Bu konuda dersler de vermeye başladım. Ancak bu tutkum yüzden  şarabı biraz ihmal ettim. Ona yeteri kadar vakit ayıramadığım için üzülüyorum.

 

Peki “time management” yani zamanı doğru kullanmayı nasıl ayarlıyorsunuz? Bu kadar çok alana yetişmek, bir yandan da doktorluk yapmak çok zor olmalı.

 

Güne erken başlarım, geç bitiririm. Benim esas mesleğim doktorluk. Ancak şu an uzatmaları oynuyorum. Hobilerimi mesleğe çevirmeye çalışıyorum. Benim için bir geçiş dönemi şu an. Sabah 8:00 de ameliyata başlarım, geç olmadan da çıkarım. Yemek sonrası benim için hobi zamanı. Gece 2 ye kadar üretiyorum. Resim düzenliyorum, okuyorum, yaratıyorum. Sessizlikte daha yaratıcı ve üretken oluyorum. Adeta bir terapi gibi oluyor. Bu da bağımlılık yapıyor.

 

Sanatın bağımlılık yapıcı ve mutluluk verici bir unsur olduğunu düşünüyorum. Herkesin sanata bir ucundan bulaşması gerekli..

 

Toplum olarak çok üretken ve yaratıcı değiliz. Bir çoğumuzun hobisi bile yok. Size bu ilham ya da vizyon nasıl geldi?

 Aslında çocukluğumdan beri böleyim. Genetik olduğunu düşünüyorum bazı şeylerin. Ben hep kendi kendime ürettim ve yarattım. St. Joseph’de okurken edebiyat ve müzikle beslendim. Orası kültürel anlamda güçlü bir okuldu. Fransız kültürü ve öğrendiğim dil sayesinde lise ve üniversite yıllarında rehberlik yapmaya başladım. Şarapla da bu sayede tanıştım. Fransızlar o dönemde Türkiye’ye geldiğinde şarap içmek isterdi. Şaraba girişim bu şekilde oldu. Bu arada ben 20 sene önce televizyonu hayatımdan çıkarttım. Türkler malum çok sever televizyon izlemeyi. Televizyon hayatınızdan çıkınca, insan farklı alanlarda çalışmalar yapabiliyor.

 

 Şu an gençlere ne tavsiye vermek istersiniz?

 

Sevdikleri şeyleri yapsınlar. Çok çalışsınlar. Çalışmanın mutluluk verdiğini düşünüyorum. Çalışmak, üretmek, yaratmak. Size ait bir şeyi tamamlayıp bıraktığınız zaman onun vermiş olduğu haz başka. Osmanlı’da mesela çeşme yapılırdı. Bu bir film, kitap, müzik, resim her şey olabilir. Herkesin arkasında yaptığı bir şeyi bırakması lazım.

 

Gördüğünüz gibi Mehmet Ömür sadece bir renk değil. Şarap, fotoğraf, resim, üretmek, yaşamak, renk, daha çok renk, onu anlatmak için kullanabileceğim kelimelerden sadece bazıları.

 

Günün sonunda yine aynı yere çıkıyoruz. Nazım’ın dizelerinde buluşuyoruz.

 

“Yaşamayı ciddiye alacaksın,

Yani o derecede, öylesine ki,

Mesela, kolların bağlı arkadan, sırtın duvarda,

Yahut kocaman gözlüklerin,

 

Beyaz gömleğinle bir laboratuvarda

İnsanlar için ölebileceksin,

Hem de yüzünü bile görmediğin insanlar için,

Hem de hiç kimse seni buna zorlamamışken,

Hem de en güzel en gerçek şeyin

    

Yaşamak olduğunu bildiğin halde.

Yani, öylesine ciddiye alacaksın ki yaşamayı,

Yetmişinde bile, mesela, zeytin dikeceksin,

Hem de öyle çocuklara falan kalır diye değil,

Ölmekten korktuğun halde ölüme inanmadığın için,

Yaşamak yanı ağır bastığından.”

 

Nazım Hikmet

 

Mehmet Ömür’ü takip etmek için aşağıdaki linklere tıklayın:





Karıncalar Gibi Yaşamak / Firkan Gülaydın



Olabildiğince sessiz adım atmaya çabaladı ve ağacın dallarında bir oraya bir buraya atlayan minik sincaba yakın olmaya çalıştı. Bastığı yerleri özenle seçti. Kısa bir süre hareketsiz kaldıktan sonra, yaklaşık yirmi dakikadır peşinden gittiği ufaklığın fotoğrafını sonunda çekebilmişti. Nostalji şeyleri seviyordu nitekim, halen analog makine kullanıyor ve fotoğrafçı arkadaşı onları banyolarken yanında olup ona eşlik etmeyi seviyordu.

Beyaz tenli kız. Uzunca bir süre bu yolculuğun hayalini kurmuştu. Hep düşlediği şey; tek başına bir ‘yol’du’ . Şarkılar söylemeli, fotoğraflar çekmeli ve belki de hayvanlarla konuşup, onlara başından geçen saçma şeyleri anlatmalıydı...

Sonunda işlerin, yoğunluğun, vakit bulamamanın bahaneleri ardına sığınmaktan vazgeçmiş.

Ve yola çıkmıştı...

Yol...

Sonunda çok lüks sayılmayan ama külüstür olmanın hakkını da vermeyen minik arabasıyla yola çıkabilmişti. Bir kağıt parçasına kendince çizdiği rotasını yan koltuğa koymuştu. O an kendisini Piri Reis gibi hissetmekten alıkoyamadı. Bir süre sonra aslında yola çıkmasına engel olan şeyin, bahaneler değil korku olduğunu fark etti.

Biraz korku, biraz heyecan ama çokça mutluluk yaşıyordu. Heybesinde o an ki hislerini ifade edebilecek cümleleri yoktu. Dağların yükseldiği yerlere doğru gitmeye başladı. Hani elini uzatsa gökyüzüne değecek kadar yakın. Ama ulaşamayacağı kadar heybetli.

Yol boyunca evde ki kedilerini düşündü. Keşke onları da yanıma alsaydım diye iç geçirdi. En sevdiği şarkı radyoda çalmaya başladı. Sesi açtı, camları indirdi. Kumral saçları rüzgar ile dans ederken o dağın zirvesine yılan gibi tırmanan yol boyunca tam gaz devam etti...

6 Gün...

Yolculuğunun altıncı günü bitmek üzereydi. Bu süre içinde iki butik otelde konaklamıştı. Kalacağı oda da bir gece bile geçirecek olsa orayı hemen evi gibi benimsiyor, kuruluyordu. Bir defasında bir iş için çıktığı şehir dışında uzunca bir süre otel odasında konaklamıştı. Odanın perdesini bile değiştirmişti. Hani şu nostalji diyebileceğimiz genelde kıraathanelerin camlarında gördüğümüz perdeler vardır ya, işte onları çok seviyordu.

İnsanlardan nefret etmiyor ama yaşamına da kolay kolay kimseyi almıyordu. Az insan, az eşya, çok huzur... Onun yaşam felsefesinin yapı taşları gibiydi. Kaldığı ikinci otelin hemen yanı başında minik bir meyhane gördü ve bir akşam oraya gitti. Ellili yaşlarında bir adam ve sevecen karısı işletiyordu. En fazla beş masası vardı. Hiç tanımadığı bu iki insanla sohbet etmiş, kaynaşmış ve yaşam hikayesine anlatabileceği ve anımsayacağı güzel anlar eklemişti.

Bilmediği küçük kasabalar geçiyor, gittiği yerlerin tarihi konaklarını, hamamlarını, antik kentlerini gezip, yeni şeyler öğrenmeyi ihmal etmiyordu.

İnsanlardan uzaklaştıkça, daha çok doğa ile baş başa kaldığında, içine garip bir ürperti doğuyor ama çok geçmeden bu his yerini derin bir huzura bırakıyordu. Hayvanları düşünüyor, Tanrı’ya yaşadığı her şey için, tüm iyi ve kötü zamanlar için şükrediyordu. O an bir kitapta okuduğu ‘’Allah belanı versin’’ kelimesinin aslında bilindiğinin aksine iyi bir şey ifade ettiğini anımsıyor ve güzel yüzüne; ona çok yakışan o sımsıcak tebessümü düşüyordu.

Büyük şehirlerden uzaklaştıkça, insanların yaşama ve birbirlerine olan saldırganlıklarının da azaldığını fark etmişti. İnsanlar bu bölgelerde sanki daha naif ve duruydular...

Karınca Yuvası...

Yolculuğunun artık son günleriydi. On yedi gün geçmişti. Ne çok şey deneyimlemişti. Kısa bir zaman gibi olsa da onun için yılların tecrübesi bu kısacık günlerin içine sığmaya yetmişti. En çokta yüreği ve ruhu hafiflemişti. Çünkü; hayali gerçek olmuştu.

Aslında bir çok kişi onun yaşamını hayal ediyordu. Yerinde olmak isteyen on binlerce insan vardı. Bir başkası bu beyaz tenli kızın yerinde olsa kim bilir ne farklı hayaller kurardı. Büyük hayaller. Popüler hayaller. Ama o yaşamın ‘ farkında’ olan ender insanlardandı. En büyük hayali tek başına bir yolculuktu ve şimdi bu gerçek olmuştu. Sıra kendisinden çok başkalarının yüreğine dokunabilecek bir şeydeydi. Bir sanat kampı kurmak, yetenekli çocuklara resim yapmayı öğretmek, ihtiyacı olanı burslu okutmak ve genç ressamlara fayda sağlamak gibi kutsal bir görev edinmişti. Şimdi bunun için çabalayacaktı. 

Arabayı bıraktığı yerden yaklaşık iki kilometre kadar kuzeye doğru yürüdü.. Bir kayanın üzerine oturdu. Karşıda ki manzarayı izlerken bir yandan da glutensiz ekmeğin içine sürdüğü reçeli yiyordu. Yolculuğundan kısa bir süre önce çölyak teşhisi konmuştu. O an evde kendi yaptığı pilavı özlediğini fark etti. En çok sevdiği yemekti. Ve kendisi de bu konuda iddialıydı. Hatta geçenlerde tanıştığı bir şef ile bu konuda iddiaya girmişti ve İstanbul’da buluştuklarında ikisi de aynı malzemeler ile pilav yapacak kiminki kötü olursa diğerine istediği bir hediyeyi aldıracaktı.

İştahla yemeğini yerken tırnakları dikkatini çekti. Kırmızı ojelerinin yarısı çıkmıştı. ‘‘Ahh dedi, ne pasaklı bir kız oldum ben böyle! Arkadaşlarım görse dalga geçerler.’’ Gülümsemesi. Ama doğallığı her zaman seviyordu. Çünkü; yaşamın temelinde de bunu barındırdığına inanıyordu.

Ayağa kalkıp yoluna devam etmek üzereyken bir ağaç gövdesine kazınan isim dikkatini çekmişti. ‘Zeynep’, o da adının Zeynep olmasını hep istemişti. Bu tatlı tesadüfe de gülümsedi.

Yüz metre kadar daha yürüdükten sonra yönü güneye dönük bir karınca yuvasına rastladı. Bir zincir şeklini oluşturmuş ve hızla hareket eden hayvanları izledi bir süre. Nasılda kusursuzdular. Var güçleri ile çalışıyor, yuvalarına yemek götürüyor, yardımlaşıyorlardı. Tek dertleri ‘yaşamak’tı’. Sadece yaşamak. Onlar insan ırkı gibi değildi. Birbirlerine savaş açmıyor, yiyecek için, toprak için bir birlerini katletmiyordu. Bir süre daha bu kusursuz düzeni izledikten sonra, işaret parmağını onların yolunu kesecek şekilde toprağa koydu. Tepkilerini merak ediyordu. Ama o hayvancıklar bunu umursamadı bile. Parmağının yanından geçip tekrar hızla yol aldılar.

Onlara baktı. Dünya’nın ne kadar büyük olduğuna sonra. Sonra Evren’i düşündü. Dünya’nın o sonsuzluk içinde bir karınca kadar bile yer kaplamadığını.

Sonra acılarını anımsadı, aşklarını ve o aşkların yüreğinde bıraktığı izi geçmez yaraları. Geçen gün arkadaşına sinirlenip telefonu var gücü ile yere fırlatmasını.

İnsanların bazen ne kadar gereksiz şeylere kızıp, dert ettiğini düşündü. Büyük şehirlerin beton yığını sokakları içinde insanların yaşama mücadelesi verirken aslında hiç yaşamadıklarını...

Çok şey geçti aklından, yüreğinden...

Bunu sık sık yapacağım dedi. Biraz uzaklaşmak, yalnız kalmak ona o kadar iyi gelmişti ki. Bir şeyleri sorgulamış, bir nevi meditasyon yapmış, bol bol oksijen alarak sağlığına da katkı yapmıştı. Daha az sigara içmişti. Bir balıkçının tutuğu taze balıklardan yediği için döndüğünde B12 iğnesi bile olmayacaktı hatta.

O gün akşam oteline döner dönmez bavulunu hazırlamak yerine hemen boyalarını çıkardı. Ufak bir atölye kurdu. Filtre kahvesini hazırladı. Sonra sabaha kadar uyumadı ve ‘’Karıncalar gibi yaşamak’’ adlı eserini yaptı.

On bir ay sonra...

Sanat kampı son bulmuştu. Camiada fazlaca ses getirmişti. Yapılan sergide ki bir çok resim iyi fiyatlara alıcı bulmuştu.

Gala gecesi;

Kültürel müze tarafından hikayesi olan tablolar adlı yarışmada birincilik ödülüne layık görülen ve koruma altına altına eser sahnenin göbeğinde görüldü. Tüm spotlar ve gözler bu sanat eserine çevrilmişti.

Ela gözlü kız o an bir kelebek gibiydi. Heyecandan titriyordu. Göz yaşları yanaklarından süzülüyor tüm güzel yüz hatlarını geçtikten sonra çenesinin altından yere düşüyordu. Ne sevinç ne hüzündü bunlar. Bir hayalin gerçek olmasıydı. Hatta bundan da ötesi. İnsanların -en azından küçük bir kısmı olsa bile- onu anlamasıydı, aynı pencereden bakabilmeleriydi ve güzel kızın her zaman olduğu gibi binlerce insana ilham olabilmesiydi..

‘’Karıncalar gibi yaşamak’’ adlı eser karşıdaydı.

Bir insan figürü. İnsanın avuç içlerinde, kalbinde ve beyninde karıncalar vardı.

Karıncalar gibi paylaşımcı ol, karıncalar gibi merhametli ol, karıncalar gibi düşün mesajı veriyordu.

Aynı zamanda bu eser Avrupa’da yılın en barışçıl mesajı olarak tescillendi.

O hafta bu eser için genç bir yazarın yazdığı şu cümle manşetlerde sıkça yer aldı;

‘’Karıncalar gibi yaşamak!’’ Son zamanlarda duyduğum en adaletli cümle...

Gitmek / Esin Aykan

 
 
Gitmek gerekirmiş, ucunu bucağını düşünmeden.
Gideni hatırlamadan, anılara ket vurmadan.
Başka anılara yer açmak, geçmişe selam durmak için.
Bir yap-bozun parçalarını birleştirir gibi bir şeyleri hatırlayarak.
Sanki özlemini duyduğun sevdiklerinin yokluğunu bulabilmek için.
Gitmek..
Denize kıyısı olan şehirlere yaslanarak kalanları dalga seslerine bölüp
Vazgeçişle birleştirmek.
Sessizliğin sesi olmayan bir yokluk sokak gürültüsüyle yarışırken, uzaklaşıp
Arşınlanan yolları  hesaba katmadan,
Beklemek..
Beklediğini unutarak
Zamanı ıskalamak ya da.
Ânı kaçırarak, duyumsamadan birçok şeyi.
Gitmek..
Başka bir eylemle üstünü örterek,
Hafızanı  zorlamadan,
Kendine iyilik katıp,
Benliğin için iyiliğe dönüştürerek
Gitmek..
Ötesi ne olursa olsun,
Başka bir ses duyana
Başka bir olgu yaşayana kadar
Gitmek..  

Çok Güzelsin / Selin Köken


İhtimallerin doğduğu yerden batıyoruz her gece

Belkilerle, keşkelerle, çünkülerle...

Bütün direnişlerimiz son buluyor.

Karanlığın içinden sessiz bir çığlık hırpalıyor ruhumuzu ansızın.

Bir keresinde dizlerimi kalbime çekip o kadar çok ağladım ki

Dizleri, kalbinde uyuyanların sessiz iç çekişlerini nerede görsem tanırım.

Yalnızlık anca şiir kitaplarında güzel bence

 

Yüzünün gökyüzü, ellerinin deniz ve senin şiir olduğun bir yer var.

Sen çok güzelsin !

Kaldırım aralarında inatla büyüyen çiçek gibi

İlkbahar sabahında burnumda tüten deniz kokusu gibi güzelsin.

 

Martılarla konuşmaya çalıştım ve başaramadım.

Parktaki köpek yüz çevirince bir parça da ona kırıldım

Yürümekten vazgeçmiş duruyorum öyle

Balıkçı oltalarına takılsam da beni bir denize atıverseler diye içimden defalarca geçirdim.

 

Kolay kolay vazgeçebilirmişim gibi gösterdiğim her şeyin bağımlısıyım.

Unutmuş gibi yaptığım her şeyi hatırlıyorum.

Biliyorum hangi acımın hangi yarama denk düştüğünü

Ve sırf bu yüzden, aynaya bakarken gözlerimi kaçırıyorum.

Ama yine de biliyorum sen çok güzelsin.

 

Delilik, Hücreler ve Kahverengi / İlayda Zengin



 
Bir nefes uyandırdı bugün

Nefes önemli,

                        nefes heyecanlı.

Bir alınmak istiyor,

                        bir kaçmak

kaçıp karışmak havadaki özgürlüğe

bilmediği belki korktuğu yollara

ama yine de 

başını alıp gidebildiği karalama çizgilere

 

 

Bir tek çizgili çarşafım

-şefkatli kucağı-

O heyecanlı nefesi alamadığımda

                           yolduğum parçalarcasına

                                                 kabulleniyor

 

 

Yalnız o kabulleniyor deli hücrelerimi

Bazen çılgınlarcasına  eğlenmiş Pera barlarında

Daha da durası yokmuş gibi

Üstüne yollarda dans etmiş hücrelerim

Bazen tüm manikliğiyle birdenbire süzülüşleri

bir dakika farkla hayatla aralarındaki bağı bıçakla kesmiş

Koltuğa tüm gücünü emanet bırakmış kendim

 

Sanki var olmamış gibi

         veya saniyeler önce toprağa karışmış

                                   benliğim ,hiçliğim

 

 

Ellerim fazlalık bileklerime

Saçlarım acıtıyor kafa derimi

Geçen gün birazından kurtulmuşluğum olsa da

Yarım yamalak kaçma olayı benimkiler

                           

 

 ll

 

Fazla fazla öze sahip olmaktır özgürlük

Benim 'özüm gürdür' doğuştan

Özlerimden bir tanesi ayrıldı benden

                                     dün akşam yedide

Belki beynimin kıvrımlı kurtçukları

                                     onun da ömrünü yedi

Alışıyorum biraz biraz

‘De’ bağlacı oluşumuza

Ne ayrı yazılabiliyoruz tamamen 

                                      ne de bitişiğiz her kelimede

 

Yirmi yaşına ya girdim ya girmedim

Ağlamak o zaman anlamsızlaşırken

Delirmiş hücrelerimi bir türlü anlamsızlaştıramadılar

Binlerce kez bağırdım paslı kulaklarına

Anlamamayı kabullenemeyen varlık insan

İlla anlayacak

yanlış da anlasa

Mahlasım esbapsızlık

Hissizlik ,koltukta başıboş yatan iskelet

 

 lll

 

Yine geldiler

Hoş geldiniz deme mecburiyetini çoktan bırakmışken

-korkumdandı o da-

Melun yüzleriyle 

alaylı gülüşleriyle 

hoş bulduk dediler her gelişlerinde

Sardılar kafesimi

Sevgilimin en çok sevdiği mutfağımı bile sardılar

Binlerce dal sigara

milyonlarca kül tanesi döktüm üzerlerine

Tuzun bile ruhu varken

Haplar benimkini ağır ağır çalmakta

 

Bana yaptığı köpüklü kahveler geldikçe aklıma

gülümsetiyor

Ah kahvemin rengi kadın!

Kahverengi kadın...

Şimdi midem köpük köpük ilaç yığını

Kusup kaldırıma tükürmüş sanki bi şeyler beni

Eriyip kaybolmayı bekliyorum.

Ünlem dolu mesajlar,

Merakla çalan telefonla

Koltuk bile titriyor

En ufak bir kıpırtı cereyan etmezken benim içimde

 

IV

 

Dünyayı dolaşmak istemiştim bir ara

dünya bana dolaştı

Hücrelerim nereye gidersem gideyim

Beni yalnız bırakmadı

Hain bir gürültü gibi 

yoğun yoğun doldu kulaklarıma

Biriken tozlar da

şifonyerimin üzerinden,

ağzıma

 

Çevresel her şey içimdeymiş gibi

Sokaktaki arabalar yemek borumdan geçiyor

İnsanlar bağırsaklarımda aylak aylak

İki göğsüm sarı lambalar

Kediler tüyleriyle gıdıklıyor içimi

Az önce yokum diyordum değil mi?

Şimdi de arttıkça artıyorum kendime

Ne zordu böyle gelgitli sevmek seni

Yalnızlığı da seninle geçirmek vardı 

Olmaz olmaz sevgili

Belki anayasamın değişmez maddesi

 

 

Kafamın dört tarafı da dağlarla çevrili

Çetrefilli- apansız- mitolojik

Tek elimde olan şey böyle zamanlarda,

Rüyalar.

Beynelminellikten kurtulmuş

Anlattığımda  beş karış ağızlar

              veya lanetliymişim gibi bakan gözler

 

 

Bir boşluk

doğumumdan bu yana dileğim

İlkokul sıralarında da

İntihar etmekten korkan gençliğimin intiharlı mevsimlerinde de

Boşluk istedim

 

 

Gelmek bilmeyen sabahların  kırçıllı sarısı

vücudumun minnet duyduğu ihtiyaç

Hücrelerimin sırtı terlediğinde

engelleyemediğim damlalar süzülürken

soğuk ve soyutluklardan

Ölümün buzlarında erimekse

Karşılığı ödenemez bir nimet

 

 

 

 V

 

Az önce kanım kendini bırakmış

Kirpiklerimin parmaklıklarından  bakabiliyorum anca

Tepemdeki ışığı görüyorum önce

Battaniyem oluyor ürperen tüylerime

karnıma uzanan beyaz narin eller

Sol tarafım boştu halbuki önceden de

Boş dediğime bakma sen kahverengi kadın

Senle ilgili değildi olanlar

Bir melankoli koparılıyor içimden anlıyorum

Hücrelerime bakıyorum yine kirpiklerimden

dalga geçercesine el sallıyorlar

istemiyorum hiçbirini diyecekken 

göz göze geliyoruz

çok okuyup çok yazdığı belli yuvarlaklarla

 

Tastamam kopuyor bu sefer

Hepten gidiyor içimden bir şey

Ben gidecektim başka ülkelere

                      köpüklü kahveler, özgür yemekler için

Ben gidemedim

                    Kanım gitti

Bak kahverengi kadın !

Boşluğuma bir boşluk daha eklendi.