24 Nisan 2017 Pazartesi

Mehmet Can Temel Röportajı / Ayseli İzmen


Gastronomi son yıllarda Türkiye’de ki en popüler alanlardan bir tanesi. Ancak bana göre gastronominin tam anlamı ben dahil hiç kimse tarafından bilinmiyor. Wikipedia’ya göre gastronomi
“Yunanca mide ile ilgili "Gastro" ve kanun, kural anlamındaki "Nomos" kelimesinden türeyen "Nomy" kelimelerinin birleştirilmesinden oluşan bir kelime. Sözlükte ise; iyi yemek düşkünlüğü, yemekten anlama, yemek bilimi, iyi yemek sanatı gibi farklı anlamları var.



Peki metrekare başına 4 gurmenin, 5 uzmanın düştüğü Türkiye’de gastronomi tam olarak ne demek?

 

Bugün sizlerle değerli büyüğüm ve örnek aldığım Mehmet Can Temel ile yaptığım röportojı paylaşmak istiyorum. Kendisi en prestijli otelcilik okullarından biri olan Glion’dan mezun olduktan sonra hem yurtdışında hem de Türkiye’de otelcilik sektöründe çalışmış bir gastronomi aşığı. Mehmet Can Bey kendisine gurme denmesini sevmiyor. Gurme kimdir? Nedir? Nasıl olunur? Oda hala bilmiyor. Sadece her geçen gün yeni tatlar denemeye devam ediyor ve içindeki keşfetme arzusu ile yeni mekanlar deniyor.

 

Öncelikle ben gastronomi dünyasına nasıl girdiğinizi merak ediyorum. Her şey nasıl başladı?

Her şey ailemin Amerika’dan getirdiği gurme dergileri ile başladı. O dönemde babam bir The Times bir de bu gurme dergilerini getirirdi. Bu dergileri okumaya bayılırdım. Orta okulda hem bu dergileri okur hem de öğrendiğim tarifleri aileme ve arkadaşlarıma yapardım. Bu alan o kadar ilgimi çekti ki daha fazlasını öğrenmek istedim.

 

E peki sonra? O yıllarda bu meslek çok bilinmiyor sanırım. Nasıl bu alanda uzmanlaşmaya karar verdiniz?

O zamanlar St.Benoit’da öğrenciyim. Ailemde mühendis, tıp, öğretmen vs var. Ancak hiç biri bana göre değildi. Aşcı da olmak istemiyordum ancak yemek sektörünü çok seviyorum. Ne olabilirim derken, annem İsviçre konsolosluğu ile konuştu. Tabi o zaman Google yok, mektuplarla İsviçre’de iki otelcilik okulu olduğunu öğrendik. Bunlardan Glion’a kabul edildim. Ancak iki sene bekleme sırası vardı. O dönemde para biriktirmek için  turist gezdirdim ve çok çalıştım.

 

Normalde insan okurken okuduğu okulun değerini çok anlamaz. Glion size ne gibi avantajlar kattı?

Açıkçası ben okulumun bu kadar repütasyonu olduğunu bilmiyordum. Evet okurken okul çok zordu. Ancak mezun oldum ve bir çok iş olanağı rahatlıkla açıldı. Aynı zamanda bizim okulda dayanışma çoktur. Okulumun networku sayesinde çok iş imkanım oldu. Hala çok yakınız. Çok güçlü bir okul kültürümüz var.

 

Peki mezun oldunuz? Sonra ne oldu? Nerelerde çalıştınız?

Mezun olduktan sonra yurtdışında çeşitli otellerde çalıştım. Akabinde Avusturalya maceram başlayacaktı. Ancak oturma iznim çıkmadığı için gidemedim. Bu bende milliyetçilik duyguları uyandırdı ve ülkeme geri döndüm. Bu arada Glion sayesinde edindiğim çevre sayesinde çok iyi işler buldum. Benim en büyük şansım hep otel kurulma aşamasında yer almış olmamdı. Bu otelcilik için çok önemlidir. Bir otel kurulurken her şeyini görebiliyorsunuz. Ben bu tecrübeyi çok yaşadım. Otelin bir çok alanında çalıştım.

 

 

 

Gastronomi ile ilgilenen kişilere tavsiyeniz nedir?

Öncelikle bu kişiye soru sorarım. Gastronominin hangi dalını istiyorsun. Gastronomi dediğin bedava yemek yemek mi? Yoksa başka mı? Geçen biri bana sordu gurme nasıl olunur diye. Neden gurme olmak istiyorsun dedim. Bedava yemek çok dedi. Güldüm. Çocuk haklı. Gastronomi çok zor bir alan. Öncelikle hangi dalı istiyorsun? Yemek yapmasını mı? Otelcilik mi? Yoksa yine bu alanda başka bir dal mı? Dışarıdan çok kolay gözükse de otelcilik çok zor. İşini çok sevmek lazım. Dışarıdan çok güzel bir iş gibi gözüküyor. Ancak hiç öyle değil. Çok yoğun saatler, çok pis işler, işinizi çok çok sevmeniz lazım ki pes etmeyin.

 

Sizce Türkiye’de ki en büyük bu alanla ilgili problem nedir?

Türkiye aslında bu alana çok aç bir ülke. Çok fazla ilgili var. Ancak çok az eğitmen var. Bu alanda eğitimli ve tecrübeli insan bulmak zor. Alaylılığa dayanan bir kültürümüz var. Ancak doğru eğitim çok önemli. Bu yüzden yurtdışındaki okullarda hem çalışıyorsunuz hem de öğreniyorsunuz.

 

Birazda sosyal medya’dan bahsedelim. Metrekareye 4 gurme düşüyor dediniz. Çok güldüm. 

Gerçekler bu. Maalesef sosyal medyada herkes uzman, herkes gurme. Ben sormak istiyorum bir çok kişiye senin eğitimin nedir? Bu yemeklerin, kaldığın otellerin parasını ödedin mi? Gerçekten beğendin mi? Yağda kızarmış etler, endüstriyel peynirli hamburgerler, yanlış servis yöntemleri, hepsi instagramda..

 

Ancak arada bu alanı okumamış ve hobisini iyi yapan insanlarda var öyle değil mi?

Ben bu grubu çok takdir ediyorum. Bu alanda bilgi sahibi olmayan, hevesli, ve öğrenmeye açık gençler var. Yediklerini paylaşıyorlar. Hiçbir kimseden reklam, para almıyorlar ve her daim kendilerini geliştiriyorlar. Bunlar dışında beğendiğim hesaplar da var. Örneğin Vedat Milor, Fahri Gediz, Haluk Özyavuz ve Besim Hatinoğlu. Bu arkadaşlarım bu alanda eğitim almamasına rağmen hep okuyan, çok bilen arkadaşlar. Kendilerini çok beğeniyorum.

 

Sizce Türkiye’de gastronomi alanında ne gibi gelişmeler olacak? 

Yurtdışıda çok başarılı Türk şefler var. Bunlardan biri Sayat. Kendisinin hesabı @lauraandsayat. Sayat ve Sayat gibi başarılı Türk şefleri dünyaya açıldıkça yeni bir füzyon Türk mutfağı oluşacak. Bu şefler bizim kendi lezzetlerimizi tanıtmak adına da çok önemli. Çok değerli arkadaşlar var ve hepsinin önleri çok açık.

 

Gastronominin her hangi bir alanına girecek olan bir arkadaşa ne tavsiye edersiniz?

Eğer imkanı varsa kesinlikle yurtdışında eğitim ve çalışmayı kesinlikle çok öneriyorum. Çünkü yurtdışı farklı bir vizyon katıyor. Ancak imkan yoksa mutlaka her zaman çok çalışmalı araştırmaya devam etmeliler. Bizim en büyük problemimiz çalışkan olmamamız. Çalışan ama çok çalışan her zaman kazanır.

23 Nisan 2017 Pazar

KRAL OİDİPUS / Evren Hoşrik


 
"Sabahleyin 4 ayaklı, öğle vakti 2 ayaklı, akşam vakti ise 3 ayaklı gezen hangi yaratıktır?"

 

Freud’un (1856-1939), kişilik gelişimi konusundaki eşsiz gözlemleri ve üstün sezgi gücüyle yaptığı çalışmalar sonucu, Sophokles’in (M.Ö. 496-406) ünlü eserlerinden biri olan “Kral Oidipus” tragedyasındaki olaylardan da ilham alarak ortaya koyduğu bir kavramdır Oidipus karmaşası…

 

Freud, 3 yaşına erişen kız ya da erkek çocuğun, vücudundaki yapısal farklılıkları ve kendi cinsel kimliğini keşfetmeye başladığını fark etmişti. Yine bu yaşlardaki çocukların, cinsel organına kendi varlığına denk bir anlam ve önem kattığını gözlemlemişti. Ve nihayet Freud bu gözlemlerini kuramsallaştırdı.

 

Freud’un gelişim kuramına göre erkek çocuğu, 3 yaşından yaklaşık 6 yaşının sonuna kadar annesine karşı hissettiği güçlü duygulara bağlı olarak babasını kıskanmakta ve ona karşı saldırganca duygular beslemektedir. İşte, hem bu saldırganca dürtülerinden hem de annesine karşı hislerinin fark edildiğine inandığından erkek çocuğu, baba tarafından cezalandırılacağını (iğdiş edileceğini) düşünür. Bu nedenle çocuk, ciddi bir karmaşayla yüzleşmek zorundadır; Oidipus Karmaşası…

 

Kral Oidipus’un Trajedisi

 

Yunan şehirlerinden biri olan Thebia’da, Laios adında bir kralı hüküm sürmektedir. Kral ve kraliçe İokaste ne kadar çabalasa da bir türlü çocuk sahibi olamaz. Nihayet bir gün, İokaste sağlıklı bir erkek çocuğu doğurur. Kral, çocuğu olduğu için bir yandan sevinir bir yandan da yoğun bir kaygıya kapılır. Çünkü Apollon, gelecekten haber vererek ona, bir çocuğunun olacağını ve bu çocuğun babasını öldürüp annesi ile evleneceğini söylemiştir. İşte şimdi bu kehanetin ilk aşaması gerçekleşmiştir; bir erkek çocuğu olmuştur kralın. Bu kehanetten korkan kral, henüz doğan çocuğunun öldürülmesini emreder. Ancak karısı buna dayanamaz ve onu öldürmek yerine ölüme terk etmesi için eşini ikna eder. Kral da çocuğun ayaklarını bileklerinden deldirterek birbirine bağlatır ve onu Kithairon Dağı’na attırır. Böylece kral ve kraliçe, kehanetin gerçekleşmesini engellediklerini sanırlar. Ancak, bir çoban, çocuğu ölmek üzereyken bulur ve onu kendi ülkesine götürür. Zavallı çocuğu gören Kral Polybos ve Kraliçe Merope, başka çocukları olmadığı için onu evlat edinirler ve çocuğun adını, ayaklarındaki şişlikler yüzünden, Oidipus (ayakları şiş anlamında) koyarlar.

 

Sarayda büyüyen Oidipus, günün birinde, girdiği bir tartışmada yaşlı bir adamdan hoşuna gitmeyen bir söz işitir: “uydurma evlat”… Bunun üzerine Oidipus’un içine kurt düşer; çok geçmeden, kendisinin gerçekte kim olduğunu öğrenme tutkusuyla Delphoi’ye, Apollon’un kahinine gider. Kahin ona kim olduğunu bildirmez, ancak günün birinde babasını öldüreceğini ve annesi ile evleneceğini söyler. Buna duyan Oidipus, anne ve babasından uzaklaşmak için büyüdüğü ülkeyi terk eder. Ülkesinden uzaklaşır ve bir yol ayrımında seyir halindeki bir arabaya rastlar. Arabadakiler ona “yoldan çekil” diye hiddetle bağırır ve yanından geçerken içlerinden birisi başına kamçı ile vurur. Bunun üzerine öfkelenen Oidipus arabaya saldırır ve arabadakilerin hepsini öldürür.

 

Kim olduğunu bulma yolunda ilerleyen Oidipus doğduğu topraklara, Thebai’ye çok yaklaşmıştır. Ancak o yolun üzerinde gelip geçenleri takip eden, oradaki krallığı ve halkı huzursuz eden Sphinks adlı bir yaratık vardır. Önüne çıkan insanlara bilmece soran ve eğer doğru yanıtı alamazsa onları yiyen bu yaratık şimdi Oidipus’un karşısında durmaktadır. Sphinks ansızın bilmeceyi sorar: “Sabahleyin 4 ayaklı, öğle vakti 2 ayaklı, akşam vakti ise 3 ayaklı gezen hangi yaratıktır?”Oidipus düşünür, ancak yanıtı gecikmez: “İnsandır; çocukken emekler, büyüdüğünde dimdik yürür, yaşlandığında ise bir değneğe dayanır”. Bu yanıt karşısında yenik düşen canavar, kendini öldürür. Sphinks’in öldüğünü gören halk Oidipus’u, kocasını henüz kaybeden kraliçeye götürürler. Daha önce, canavarı öldüreni kral ilan edeceğini söyleyen kraliçe de sözünü tutar ve onu kral ilan eder. Günler birbirini kovalamaktadır; Kral Oidipus ve Kraliçe İokaste’nin iki erkek, iki de kız çocuğu olur. Oidipus, olan bitenden habersiz bir şekilde yaşarken ülkede kıtlık ve veba baş gösterir. Bunun üzerine Delphoi’deki kahine danışırlar. Kahin de onlara, Laios’un, yani ülkenin eski kralının katilinin ülke sınırlarında yaşadığını ve yakalanıp sürgün edilmedikçe bu felaketlerin geçmeyeceğini söyler. Oidipus bu işi bizzat üstlenir ve katili bulmak için kılı kırk yarar. Bulduğu her ipucu, dinlediği her kişi şüphelerin kendisine üzerinde toplanmasına neden olur. Anlar ki eski kral yani Laios, bu şehre girmeden hemen önce yolda rastladığı arabada öldürdüklerinden birisidir; hem de babasıdır. Ve yine anlar ki eşi, kraliçe İokaste ise annesidir! Bu dayanılmaz gerçek karşısında Oidipus adeta deliye döner. Kraliçe İkoaste, annesi ve eşi, Oidipus’un bu gerçeği öğrendiğini anlayınca kendi canına kıyar… Oidipus da İokaste’nin ölü bedenini saran elbisesindeki altın iğneleri söker ve defalarca iki gözüne birden batırır. Kan çanağına dönen gözlerinden kanlar boşanırken şöyle haykırır:

 

“Karanlıkta artık bu gözler, görmeyecek; keşke hiç görmeseydiler! Babamı öldürmezdim, beni doğuran ananın kocası olmazdım. Benimle uğraşmazdı tanrılar… Aynı kandan, çocuklarının kardeşi olan bir baba, babalarının kardeşi olan çocuklar, kocasının hem anası hem de karısı olan bir kadın…”

 

Sophokles’in tragedyasında ele aldığı mitolojik öykü, Freud’un kuramında yer alan, erkek çocuğun 3-7 yaşlarında yaşadığı karmaşayı sembolik olarak karşıladığı için “Oidipus Karmaşası” adına ilham vermiştir. Peki, bu karmaşa erkek çocukta nasıl çözüme kavuşur?Oidipus karmaşası yaşayan, yani annesine karşı daha yoğun duygular hissederken babasını kıskanan ve ondan korkan erkek çocuk, yeni yeni keşfettiği ve en çok değer verdiği cinsel organına zarar verileceğine inanır (iğdiş edilme). yaklaşık 3-7 yaş diliminde hissettiği bu karmaşık duygular nedeniyle oluşan  iğdişlik korkusu zamanla oidipal sevgiden (anneye olan sevgi) daha ağır basar ve nihayet çocuk bu korku yüzünden annesine duyduğu hisleri yavaş yavaş bırakarak babası ile özdeşim kurma yolunu tutar. Freud, oidipal çatışmanın işte bu şekilde çözümlendiğini belirtir. Çocuk, oidipus karmaşasının tehlikelerinden kurtulmak için babayla özdeşimi tamamlarken babayı ve onu temsil edenlerin yasaklarını, iyi-kötü değerlerini kendi kişiliğine sindirerek yavaş yavaş bir bir kontrol mekanizması yani “süperego” geliştirir.

 

Uzm. Psikolog Evren HOŞRİK

 

Sondan Sonra / Achilles Valentin


 
Henüz bir isim vermediğim küçüklerden kız olanının kolumu çekiştirmesiyle daldığım uykudan sıçrayarak uyandım. Oturduğum taşın üzerinde düşüncelere dalmışken içim geçmiş, kısa ama tatlı bir uykuya dalmıştım. Hafifçe gerinirken küçük kız yıpranmış kazağımın kolunu bir kez daha çekiştirdi.

“Acıktım.”

Gözlerinin içi gülüyordu. Üç yıl önce yıkıntıların arasında onu bulduğum sırada yüzüne yapışan gülümseme, bedence durmadan büyüse bile hiç değişmemişti. Minik burnunun, çekik gözlerinin fevkalade bir hoşluk kattığı yüzü, gülümsemesiyle birlikte daha bir güzelleşiyordu. Eksik ön dişlerini göstererek ağız dolusu gülmeyi becerebiliyordu. Büyüdüğü zaman muhteşem güzellikte bir Latin kızı olacağı şimdiden belliydi. Gerçi Latin olmasının artık pek bir hükmü de kalmadı ya.

Küçüğün elinden tuttuğum gibi geceyi geçirmemiz için seçtiğim ağaçlığa doğru yürüdüm. Elma ağaçların altında bulduğu çakıl taşlarını birbirine vurarak kendince bir oyun tutturan diğer evlatlığım ona doğru yürüdüğümüzü görünce sarı saçlarını savura savura yanımıza koştu. Koyu mavi gözlerini umut dolu bakışlarla gözlerime dikti.

“Yemek?”

“Evet, yemek zamanı.” dedim başını okşayarak. Bu erkek olanını da kızı bulmamın hemen ertesi günü bulmuştum. Çocukların doğum tarihlerini bilmiyorum fakat kızla aynı yaşta olduklarını tahmin ediyorum. Çok çok aralarında bir iki ay vardır. Onları bulduğum sırada en fazla üç yaşlarındaydılar.

Neden olduğunu hala bilmediğim bir sebepten ötürü koskoca gezegende üçümüz vardık. Arjantin’in en güney ucundan üç yıldır kuzeye doğru ilerliyoruz. Tek bir insan görmediğimiz gibi, üç yıl öncesine kadar insanların yarattığı devasa medeniyetin izi bile yoktu. Yolculuğumuz sırasında rastladığımız, hatta içinde konakladığımız yegâne yapılar; yıkılmış, yok olmuş medeniyetimizin bile tarih öncesi diye adlandırdığı kadim mabet ve piramitlerdi.

Elma ağacından her birimiz için birer elma kopardım. Küçük kız elimden kaptığı elmayı hiç beklemeden dişledi. “Bunu yiyince...” dedi ağzını şapırdatarak; “Daha çok acıkıyorum.”

Haklıydı. Ne zaman elma ile karnımızı doyurmaya kalkışsak çok kısa bir süre sonra eskisinden daha çok bastırıyordu midemizin açlığı. Kafamı kaldırıp dört bir yanımı çevreleyen ufku taradım gözlerimle. Gözümün görebildiği en uzak noktalarda bile şimdi altında bulunduğumuz elma ağaçları dışında çalı bile yoktu. “Sen şimdi bunu bitir, sonra yine bakarız bir şeyler.” diyerek geçiştirdim ufaklığın beklentisini.

Güneşin konumuna bakacak olursak en fazla bir-bir buçuk saat sonra hava karanlığa kesecekti. Yola revan olup, karnımızı daha fazla doyurabileceğimiz yeni bir yer bulmak için zamanımız olmadığı açıktı. Bu akşam bu elmalarla idare edeceğiz anlaşılan. Ben bu gece ile ilgili kararlarımı düşünürken sarı oğlan “Bir tane daha alabilir miyim?” diye sordu. Yaşından beklenmeyecek derecede olgundu. Şimdi en fazla altı yaşındaydı. Yaşıtı kızın aksine neler olduğunun az buçuk farkındaydı. Bu dünyada üçümüzden başka kimsenin olmadığını fark etmişti ve hatırlamadığı kayıplarının omuzlarına yüklediği ağır hüzünle sürdürüyordu bu göçebe yaşantısını.

Her birimiz için birer elma daha kopardım ağaçtan. Birer tane çocuklara verdikten sonra kendim için kopardığımı yemeye koyuldum. Çocuklar elma çekirdeklerinden uydurdukları oyuna dalınca biraz önce uyandığım taşın üzerine oturdum.


Eski yaşantımı, özlediklerimi düşünerek bitirdim elmamı. “Ateş yakma zamanı.” diye uyardı beni sarı oğlan. Kafamı kaldırıp gökyüzüne baktım. Gökyüzünün gün içindeki sahibi mavi, yavaş yavaş turuncu ve mora bırakıyordu yerini. Sarı oğlan, ateş zamanını hatırlatmakla kalmamış, her gün yaptığı işi kendiliğinden yapmış, çalı çırpı, kuru yaprak ve odunları getirip dizmişti. Becerebilse belki ateşi bile yakacaktı. Beni dikkatle izleyişinden bunu da kısa zamanda yapacağını tahmin edebiliyordum. Ateş bizi, uyurken vahşi hayvanların saldırısından koruyordu ilk olarak. İnsan zamanla. korktuğu şeyden kaçmamayı öğreniyor. Hatta tam tersine mücadelenin başka yollarını bulabiliyor. Bütün yoksunluğumuza karşın yaşamı devam ettirmenin bir yolunu bulmuştuk işte üç yıldır.

Ne olduğunu hiçbir zaman öğrenemedim. Bu iki sabi ile ben nasıl kurtulduk onu da bilmiyorum. Tek bildiğim şey üç günlük karanlıktan çıktığımda dünyamızın eski dünya olmadığıydı. Bu kadar soru işaretinin olduğu bir şeyde ancak Tanrı’nın parmağı olabilirdi. Bir yandan birilerini bulma umudu ile yolculuğumuzu sürdürürken bir yandan da bu yıkımın ve yok oluşun dünya için iyi olduğunu da düşünmüyor değilim. Son yıllarda bütün dünya delirmiş gibiydi. Akıl ve izan cezalandırılıyordu. Kokuşmuşluk, yozluk artık dünyanın sonunun geldiğini bağıra bağıra söylüyordu. Son yıllarda ne kural kalmıştı, ne kanun. Güçlü olan haklı, haksız ayrımı yapmadan gücünü zayıfın tepesine vurmaktan çekinmiyordu. Sayıları gittikçe azalan inançlı insanlar bile bu kadar adaletsizliğin hüküm sürdüğü dünyaya Tanrı’nın neden müdahale etmediğini dillendirir olmuştu. Vahşet, şiddet ve ilkellik insanoğlunun doğal davranışı haline gelmişti. Anlaşılan o ki; o çok bekledikleri müdahale bir şekilde olmuştu ve ne olduysa, nasıl olduysa oldu; koca yeryüzü iki sabi ile ihtiyar bana ev sahipliği eder hale geldi. Belli ki; Tanrı yeniden ve doğru dürüst başlanmasını istiyordu belki de. Böyle düşünmek rahatlatıyordu beni fakat eğer gerçekten böyleyse ve biz üçümüz seçilmişlersek şahsımın bu olaydaki rolü olabilecek en anlamsız seçimdi. Dünyayı yeni baştan çok daha iyi kurabilecek daha yetenekli ve henüz insanlığını kaybetmemiş başka birileri mutlaka vardı.

Bilmiyordum fakat daha önceleri böyle bir şeylerin olabileceğini hissediyordum dersem abartmış olmam sanıyorum. Önce rüyalar başlamıştı. Kendimi görüyordum beyaz taşların arasında. Elimde bir asa ve o yıllarda asla varacağımı düşünmediğim bir yaşta. Etrafıma bakınıp duruyordum sürekli tekrarlanan rüyalarda.

Şimdi düşününce bütün işimi, gücümü bırakıp dünyanın bir ucuna seyahat planlamam, tek başıma hiç bilmediğim bir mağaraya girip, kuyularda mahsur kalmam bile hepsi ilahi bir oyunun parçalarıydı belki de. Ben ne olacağını bilmesem de “Bir şey olacak!” diyerek kaçmıştım Türkiye’den. Orada yaşam var mı? Türkiye hâlâ yerinde mi bilmiyorum, arkadaşlarımdan, ailemden haber almama imkân yok. Bir medeniyet izi, olanların farkında olan ve anlatabilecek birilerini bulabilirim umuduyla üç yıldır kuzeye yürüyorduk. Fakat bırakın insan görmeyi eskiden evcilleştirmeyi becerebildiğimiz hayvanlar bile silinip, yok olmuşlardı.

Dünyanın yok olduğu sırada Arjantin’in güney ucundaki Ushuaia’daydım. O güzelim kentin hemen kuzeyindeki dağların içindeki mağaralara girip kuyulara inmek gibi bir delilik yapmak için gelmiştim. O meşum kuyuya inerken sağlamlığını defalarca kontrol ettiğim ipim gizli bir el tarafından çözülmüştü ve kendimi kuyunun dibinde bulmuştum. Neyse ki önemli bir yaralanma olmamıştı. Fakat düşerken yerinden oynattığım taşlar yüzünden bir bacağım oynatamayacağım bir biçimde sıkışmıştı. Ne kadar uğraşsam da taşları yerinden kımıldatamamıştım. Üçüncü gün taşlar kendiliklerinden bırakmıştı bacağımı tutmayı. Hemen yukarı tırmanıp kendimi mağaradan dışarı atmıştım. Alacağım sıcak duşun, sipariş edeceğim nefis yemeklerin lezzetini hayal ederek şehre inerken burnuma dolan ufunet, kurduğum küçük hayalin asla gerçekleşmeyeceğini daha o anda hissettirmişti.

Şehrin yerinde yeller esiyordu. O güzelim binalar, evler caddeler, tuzla buz olmuştu. Çıldırmış gibi bir sağa bir sola koşturduğumu hatırlıyorum. Neler olduğunu anlatabilecek birilerini bulmayı umuyordum ama cesetler bile tuzla buz olmuştu. Sağ kalanlar belki kaçmıştır diyerek işime yarayacak, en azından açlığımı bastıracak bir şeyler aramaya koyulduğum sırada görmüştüm küçük kızı. Beni görünce doğrudan yüzüme bakıp, gülüvermişti. Taşların arasında oturuyor ve sanırım canlı birini görmenin sevinciyle gülümsemişti. İncitmemeye dikkat ederek taşların arasından kucağıma aldığımda altının pis olduğunu fark ettim. Yürümeyi zorlaştıran molozların arasından doğruca sahile inip, Atlas Okyanusu’nun serin suların yıkadım ufaklığı. Sırt çantamdan gereksiz malzemeleri atarak içine yerleştirdim ve sırtıma aldım. Açlığım ve küçüğün de aç olabileceği fikriyle yiyecek bir şeyler aramak için yıkıntıların arasında bir süre dolaştım. Ertesi gün de ormanın ortasında tek başına ağlarken bulmuştum sarı oğlanı.

Durmadan kuzeye doğru ilerlememizin başlardaki sebebi bulunduğumuz bölgenin güneyin, doğusu ve batısının okyanus ile çevrili olmasıydı. İlk birkaç ay oldukça zor geçti. Modern dünyanın kolaylıklarına alışkın biri olarak kendi yiyeceğini doğadan bulup çıkarmak zorunda kalmaktan kötü bir şey olmadığını düşünüyordum. Fakat sonra ilk kışımızı yaşadığımızda sıcak yaz günlerinde yiyecek bulmanın o kadar da zor olmadığını anladım. Seneler geçtikçe durumumuza alıştım. Çocukların gözümün önünde büyümesi ve insanoğlunun varlığını bu iki pırlanta ile devam ettireceğine inanmak bütün zorlukları aşmam için bir güç, bir dayanak oldu.

Evet, ben ne kadar süre onlarla beraber devam edebilirim bilmiyorum, ama bir gün aralarından ayrılmak zorunda olacağım kesin. Bildiğim her şeyi bu iki sabiye anlatmak için yanıp tutuşuyorum. Hafızalarının anlatacağım her şeyi hatırlayacak kadar gelişmesini sabırsızlıkla bekliyorum. Onlara geçmişi, kendilerini nasıl koruyacaklarını kolaylıkla anlatabilirdim. Bir zaman sonra ben olmayacağım ve benden sonra akıllarına yerleşecek sorularla tek başlarına cevap bulmak zorunda kalacaklar. Yüzlerine her baktığımda zihnimi meşgul eden tek bir soru var. Düşünmeye fırsat bulduğum her fırsatta kendimi yiyip bitirdiğim tek bir soru…

Onlara Tanrı’yı anlatmalı mıyım?

 

 

Ölü Gelincik / Erhan Sertbaş


 
 
Dr. Tamer Bıçaksız babasının mezar taşına biraz su döküp ıslattıktan sonra, diğer taşları da hafifçe yıkadı ve birkaç yabani otu kopardı mezarların üzerinden. Yılda bir kez gelir bu üç mezarı ziyaret eder, temizlettirir; içinden konuşurdu onlarla. Bu ziyareti biraz daha farklıydı, cebinden bir matara, çantasından da bir çay bardağı ve bir şişe su çıkarıp, yarısına kadar rakı doldurdu matarasından ve üzerini suyla tamamladı. Kadehi kaldırıp “Şerefe” dedikten sonra büyükçe bir yudum içti, kalanını da mezara döktü. Toprağına dokunup,” Nasılsın” der gibi baktı;

Dr. Asım Bıçaksız

Doğumu 1925 / Ölümü 21 Nisan 2002.

Hemen yanında annesi Kevser Hanım yatıyordu, altmış iki yaşında veda etmişti hayata, Asım Beyden yedi yıl önce, 1995’te. Babasının sağında ise diğerlerine göre daha yeni bir taş duruyordu.

Asım Can Bıçaksız.

Doğumu 17 Mayıs 2000 / Ölümü 12 Kasım 2008.

Elini uzatıp saçlarını okşar gibi sevdi taşı… Sessizce ağladı içinden. Hüngür hüngür; ama sessizce. Dünyalar yıkıldı; bütün günler, mevsimler ağıtlarla doldu; mum oldu eridi; ateş oldu yandı, kül oldu, külünden doğdu aynı acıya; göğsüne vura vura, paramparça ola ola; haykırarak; hıçkırarak ağladı içinden; sessizce… Başını kaldırdı, bir baykuş gördü uçarken. “Can’ım sana emanet” dedi içinden, yine sessizce.

Mezarlıktan çıkıp hemen yakınlarda rastgele seçtiği bir mermerciye gitti. Kendi mezar taşının siparişini verdi. Taşa yazılacakları ve nereye koyulacağını bir kâğıda aktardı ve ustanın eline sıkıştırdı parasıyla birlikte;

 Dr. Hasan Tamer Bıçaksız

        “Gelincik”

 Doğumu: Dün / Ölümü: Bugün.

Hayatın geride kalanına kocaman bir “Siktir” çekerek ayrıldı mezarlıktan.

Arabasına bindi, gördüğü ilk markette durdu, bir hafta yetecek kadar yiyecek aldı, su mataralarını doldurdu. Akşamın alacakaranlığında yola çıktı. İçinden geçenlerin eşliğinde bazen görmediği bir yolu izleyerek saatlerce araba sürdü. Sesler gidip geliyor, kiminde yol üzerindeki manzaraların arka sesi oluyor, kiminde hararetli bir tartışmanın kazanan tarafı oluyordu. Bu söylenmekten başka bir işe yaramayan karın ağrıları onu geçmişe gömdükçe gömüyordu. Çocukluğunda dedesinin çiftliğinde yaşadığı yazlarda kalan gelincik hikâyelerine takıldı kaldı bu akşam. Hani koparırsın da bakarken solar ya; işte o gelincikler.

Anneannesi “Evladım koparma derdi; sadece çiçeğin kırmızı yapraklarını topla; bak böyle” der, gösterirdi. “Gelecek sene de gelincik şurubu yapacağız, koparma ki seneye de kalsınlar” derdi; “Koparma”. Ama o yine de bildiğini okur, bir çocuğun elinden çıkmış beceriksiz gelincik demetleri yapardı.

Dedesi evlik buğdaya gübre, ilaç atmazmış da her yabanisi olurmuş buğdayın; deliceleri, gelincikleri, hardal otları, kır menekşeleri, şevket-i bostanları, hindibaları, daha niceleri… Hepsi birden girermiş değirmenin taşına da Hasan Bey gibi deli olurmuş o buğdayın ekmeği de. Ne korkardı bu deliden...

Anneannesinin yardımcısı, Huriye, her gelincik toplamaya gittiklerinde “Titregızım” derdi gelinciklere; nereden öğrendiyse. Huriye hep “Her gelincik ölmeye doğar” derdi; ne de çabuk geçer giderlerdi tarlalardan, sanki hep onu dinlerlermiş gibi. Huriye bir gariban, babası ölmüş çocukken, anası bakmış altı kızana. Hasan Bey olmasa ne olurmuş ki halleri.

Altı saat hiç durmadan araba kullandı ve dağına giden yol ayrımına geldiğinde ana yoldan çıkıp,  toprak bir yolda yaklaşık yarım saat daha gitti ve her zamanki yerine park edip, dışarı çıktı. Yürüyüş botlarını ve rüzgâr ceketini giydi, sırt çantasını yüklendi. Arabayı kilitleyip anahtarı sol ön tekerleğin üstüne, çamurluğun hemen altına koydu. Cep telefonundan Orman İşletmesindeki arkadaşı Kenan’a “Geldim” diye bir kısa mesaj gönderdi ve telefonunu kapattı. Bütün bunları o kadar hızlı yaptı ki, sanki o kadar yolu hiç yorulmadan gelmişti. Sabahın ilk saatlerinde başladığı yürüyüşünde ormanın serinliği boynunu ve yüzünü tatlı tatlı üşütüyordu. Mayıs ayının bu güzel gecesinde gökyüzü temiz, bulutsuz ve gösterişli bir mehtapla süslenmişti. Sağında Ege’ye ulaştığında görkemli bir ırmak olacak Gediz nehrinin çay hali akıyordu, sakin şırıltılarıyla.

Art arda birkaç baykuş sesi geldi farklı uzaklıklardan. Yüzüne bir gülümseme yerleşti, içinden; “Karşılama komitesi de buradaymış, hoş bulduk, hoş bulduk” dedi sessizce.

Oğlunu kaybettiği o trafik kazasından sonra kendini toparlayamamış, karısıyla uzaklaşmışlar, bu iki kişilik yalnızlığı daha da sürdüremeyeceklerini anladıklarında yollarını ayırmışlardı. Doktor olmanın sağladığı kolaylıklarla başlarda epeyce sakinleştirici kullanmış, sonraları yetmez olunca bunu sakinleştirici kokteyllerine dönüştürmüştü. Günlük yaşamı dibe vurmaya başladığında çözümün ilaçlarda değil de, yollarda olduğunu düşünerek acılarının, korkularının izini sürmeye başlamıştı bu yolculuklarında. İçindeki dağı keşfetmiş, onunla barışmak için de bu yolculukları sıkça yapar olmuştu. Gitmedik dağ bırakmamıştı ama en çok burayı sevmiş, yüreği burada huzur bulmuştu.

Ay ışığı yürümeyi kolaylaştırıyordu. Bir ara durup akan suya baktı, sessizce selamladı onu. Yolu üzerinde birkaç kez geçmek zorunda olduğu bu ırmağa koşulsuz bir saygısı vardı.

Sol gözünün bakış açısı içinde kalan bir hareket hissetti. Dönüp baktı, her şey olağan görünüyordu. Yürümeye devam etti. Solundaki gölge de onunla birlikte hareket ediyordu. Durdu. Sol taraftaki çalıları, ağaçları gözden geçirdi dikkatlice. Yürüyüşe geçtiği anda solundaki karaltı yeniden ortaya çıktı. Fark ettiğinde bir süre ne olduğunu anlamak amacıyla durmadı ve göz ucuyla bu gizemli karaltıyı izledi. Yeşil bir yağmurluk giymiş ve kapüşonunu başına geçirmiş, kendi boylarında ve ondan daha genç bir adama benziyordu gölge. Bir süre daha birlikte yürüdüler. Derken; ani bir kararla durup, hızla gölgeye döndü ve üzerine yürüdü. Birbirlerine doğru bir adım attılar…

Ve birden kayboldu karaltı.

Belinden boynuna doğru yükselen bir titreme hissetti ve bu boynunda sertleşen ve giderek artan ağrılı bir hareketsizliğe dönüştü, elleri ayakları boşaldı birden. Korkmuş muydu? Hem de ölesiye. Çantasından kafa lambasını çıkardı. Ay önündeydi, kendi gölgesini takip edip etmediğine baktı. Hayır, sıra dışı bir şey vardı, içinden geçen sesler de onaylıyordu bunu. Hatta neler geçmiyordu ki içindeki sesler ırmağından. Kafa lambasını açtı ve yürümeye devam etti. Sol tarafında bir hareket hissetti ama aynı zamanda sağında, ırmak kenarındaki çalılıklardan gelen, çıtırtıları duydu. Aynı anda iki yere birden bakamayacağı için durdu ve seslerin geldiği çalılıkları izledi. Hiçbir şey yoktu. Hızla sola döndü, bir karaltı aniden geri çekildi. Aynı anda çalılıklar bir kez daha kımıldadı. Durdu. Sırt çantasını çıkardı, yere koydu. Yedek el fenerini de çıkardı ve sol tarafındaki her şeyi tek tek gözden geçirdi, sağına döndü ve aynı şeyi tekrarladı. Solundaki karaltıyı yeniden fark etti, sağındaki çalılıklar ise şiddetli bir rüzgâra yakalanmış gibi titreyip oynaşmaya başladı. Tam o sırada tepesinde bir baykuş öttü…

Her şeyden vazgeçip dizlerinin üzerine çöktü. Sonunu kabullenerek rahatladı ve gelecek olan “Şey”i beklemeye başladı.

Son böyle bir şey olmalıydı, seçeneklerin tükendiği, yolların sona erdiği, artık umursanacak bir şeyin kalmadığı, yarım kalmış işlerin yarım kaldığı ve asla bitirilemeyeceği farklı bir dünya. Nereden geleceğinin önemini yitirdiği bir ölüm, acıların değersizleştiği bir durum, kendine acımanın bile tükendiği ama ölüyor olmanın ümitsiz varoluşu. Yeter artık “Geliyorsa gelsin” dediğin, korku çıkmazlarının bittiği yer. Tükenişin birinci evresi ve “Neden ben” ve “Neden şimdi” sorularının yanıtsız pazarlık girişimleri.

Kendisini yararsız, ezilmiş hissetmesine karşın bütün bu olup bitenlerin mantıklı bir açıklaması olduğuna emindi. Zaten hiçbir şey olmadı. Birkaç derin nefes aldıktan sonra toparlandı, kendine geldi, sırt çantasını yüklenirken sırt çantasının sol kemerine sıkışmış yeşil bir yaprak fark etti ve göz ucuyla bakınca yağmurluklu adamını gördü. Gülümsedi…

Yürümeye devam etti. Sakin geçen bir saatlik yürüyüşün ardından kamp kurmak için uygun olan bir yer bulunca çadırını kurdu ve biraz odun toplayıp ateş yaktı. Hazırladığı sallama çayın eşliğinde, biraz önce yaşadıklarını ayrıntılarıyla aktardı günlüğüne.

Ertesi sabah erkenden uyandı. Çevresini incelerken birkaç ağacın bulunduğu kocaman ve kıpkırmızı bir gelincik tarlasında buldu kendini. “Kan çekiyor” dedi kendi kendine. Kahvaltısını yaptıktan sonra dün gece günlüğüne yazdığı ayrıntılı notların üzerine baştan aşağı bir çarpı işareti çizdi ve ”Dün gece su perileriyle dans ettim.” yazdı. Ardına da şunları ekledi;

“Korkularımız, onları tanımlayıp adlandırdığımız sürece, eğitebileceğimiz duygularımızdır.”

Kampını topladı ve zirveye doğru yola çıktı. Yürüyüş sırasında iç seslerini susturmaya çalışarak dikkatini yola ve çevresine vermeye çalışırdı. Zaman içerisinde bu alıştırmayı yapmakta oldukça ustalaşmış, içsel sessizliği dünyayı farklı bir gözle algılamasını sağlamıştı.

Dağın bu yüzündeki orman sınırı neredeyse zirveyi zorlayacak yüksekliklere çıkıyordu. İlk kamp yerinden itibaren yer yer açıklıklardan geçse de sürekli orman içerisinde yol almıştı. Yükseldikçe çevresindeki bitki örtüsü değişmeye, fakirleşmeye başlamış, geceyi geçirdiği çay kenarındaki düzlükte rastladığı gelincikler, karabaşlar, düğünçiçekleri ve diğerleri gözden kaybolmuş, yerini daha sert, kalın yapraklı, dikenli çalılar almıştı. Yine de dikkatle bakınca bir kayanın dibinde, bir çalının gölgesinde ters laleler, yabani sümbüller ara sıra göz kırpıyordu bu garip yolcuya.

Yürüyüşünün dördüncü saatinde dinlenebileceği uygun bir yer bulup sırt çantasını yere koydu ve yiyecek bir şeyler çıkardı. Sırtını bir ağaca dayayıp biraz atıştırdı, su içti. Çevresine bakındı inceleyen, sorgulayan gözlerle. Uzaklarda bir orman kartalı sakince süzülüyordu.

Kenan tekerleğin üzerindeki anahtarı aldı, kendisini getiren aracın sürücüsüne teşekkür ederim anlamında elini salladı ve arabayı çalıştırıp, ilçeye götürdü, Orman İşletmesinin bahçesine park etti. Üniversite yıllarından tanışıyorlardı. Birbirleriyle iyi anlaşmış, daha o yıllarda sıkı dost olmuşlar, yıllar içinde de bağlarını koparmamışlardı. Tamer oğlunu kaybettiğinde dağılmaya başlayınca, Kenan ona dağları tanıştırmıştı. İlk kez tırmandığı bu dağı, benim dağım deyip sahiplenmiş, dağın bütün yamaçlarından her mevsimde tırmanarak, hâkimiyetini bir anlamda kayıt altına almıştı. Ancak dağı tanımak yetmemişti Tamer’e. Doktor olmanın meraklı, araştırmacı gücü onu bitkileri öğrenmeye yöneltmiş, üstelik son yıllarda bu tutkusunu sadece sanrılandırıcı bitkilere ve mantarlara yoğunlaştırmıştı. Bütün kültürlerde bu tür bitkilerin nasıl kullanıldığını, hangi amaçlara hizmet ettiklerini, sonuçların neler olduğunu ve beşeri değerlerini de araştırıyordu bir yandan. Her mevsim gelebildiği kadar dağına geliyor, topladığı örnekleri bir bilim adamı titizliğinde etiketliyor, kaydediyor, kimilerini kurutuyor, bazı emin olamadığı örnekleri de üniversitenin botanik bölümüne gönderiyordu. Ama kimsenin bilmediği bir de sır saklıyordu Tamer; bu bitkilerden elde ettiği tüm özsuları, meyveleri, çayları, sakızları küçük dozlar halinde kendi üzerinde deniyor, sonuçlarını, gördüğü sanrıları, rüyaları günlüğüne aktarıyordu.

Zirveye yakın bir noktayı kamp kurmak için uygun bulunca yürüyüşünü sonlandırdı ve batıya bakan geniş bir kayanın üzerine kampını kurdu. Ormanın içinde olmasına karşın kaya büyükçe bir balkon gibi ileri doğru çıkmış, aşağısı da kayalık olduğundan orman buraya kadar ilerleyememiş, dağın bu yüzünde neredeyse tüm ovayı gören kocaman bir pencere açılmıştı. Bulunduğu noktadan biraz gözlerini kısıp baksa, biraz da yeryüzü yardım etse Ege Denizi görünecek gibiydi. Burayı sevmişti, neden daha önce bulamadığı geçti aklından. Sonra birkaç gün burada kalmaya karar verdi; kalan suyuna baktı, yetmezdi. Basit, küçük pınarlar aramak için yürüyüşe çıktı. Kampına yaklaşık bir kilometre kuzeyde ve daha aşağıda bir yerde aradığı suyu bulunca kalabileceği için sevindi. Gece için bol miktarda odun topladı, bir ateş yaktı ve yiyecek bir şeyler hazırlamadan önce güneşin, kızıl ışıklarıyla önündeki ovayı yıkayarak batışını izledi. Yemek yedi, gelirken topladığı adaçayı, kekik ve kantaronlarla çay yaptı ve küresel konum belirleme cihazını açıp bulunduğu noktayı hafızaya kaydetti. Bir kukumav sakince uçup biraz ilerdeki ağaca kondu ve o bilinen seslenişini yaptı. Selamını aldı. Ateşin büyülü saçları gözünü almış, gün boyu susturduğu iç sesi konuşmaya başlamıştı. Yorgun olmasına karşın oğlundan kalan çokbilmiş çocuk cümleleri zaman zaman araya giriyor, kiminde ilkokulda yaptığı mahalle kavgalarını, ardından Dr. Asım Beyden yediği sopaları, gülümseyerek hatırlıyordu. Uyku giderek gözkapaklarını ağırlaştırınca, çadırına girip bu sır dolu doğanın kucağına bıraktı kendini.

Ertesi sabah güneş doğmadan uyandı, güneşin doğuşunu izleyebilir miyim diye çevresine bakındı ama bu manzarayı görebilecek konuma kadar yürüyeceği zaman diliminde güneş çoktan doğmuş olacaktı. Biraz canı sıkıldı ama umursamadı öyle çok. Geceden kalan ateşin içinde birkaç köz bulup açığa çıkardı, üzerine bir iki ince dal koyup yeni bir ateş canlandırdı. Su ısıtıp, dünden kalan otlarla çay yaptı, bir şeyler yedi.

Gece boyu sürdüğünü sandığı bir düşü hatırladı, ateşe bakarken. Düşünde, rüzgârla titreyen, upuzun, sık otların arasında yüzyıl kadar geçmişte uyanmıştı ve başını kaldırıp çevresine baktığında kıpkırmızı bir gelincik tarlasında bulmuştu kendisini. Üzerinde asker kıyafetleri olduğunu görüyordu. Tüfeğine yaslanıp doğrulmuş, ayağa kalkmıştı. Tam o sırada gelincik tarlasındaki tüm gelincikler birer askere dönüşmüş ve korkunç bir savaş başlatmışlardı. Her yerden mitralyöz, havan ve top sesleri geliyor, askerler vurulup düşüyor, top mermileri askerleri parçalara ayırıp, etrafa gelincikler dağıtıyordu. Gelincik askerleri bir tepeden diğerine taarruz ediyor, karşılarındaki gelincik askerleri de onları geri püskürtüyordu. Ortasından deniz geçen bir boğazın iki yakasında kan ve barutla yazılıyordu savaşın en korkunç tarihi. Birden vurulduğunu anlayıp, karnını tuttu iki eliyle. Bir mitralyözle ortadan ikiye biçilmişti. İç organlarını yerinde tutmaya çalışırken oluk gibi akan kan, yere düşmeden küçük kırmızı gelinciklere dönüşüyordu. Ölmüştü. Nasıl olduğunu anlamasa bile ölmüş olduğunu biliyordu. Yerde yatan kendi cesedini gördü bir an ama hemen kayboldu gördükleri. Vurulup düşen öteki askerleri aradı gözleri, oysa görebildiği sadece titreşen gelinciklerdi.

Kafası karışmıştı. Bu kadar gelinciğe bir anlam veremedi ama düşünmeden de duramadı. Sonra o yaz tatillerini hatırladı yine, dedesinin Çanakkale’deki çiftliğinde geçen. Bir an gözünün önünden, çıplak tarlalarda yağmurdan sonra gümüş sikkeler gibi parıldayan mermi çekirdekleri geçti. Yol boyunca anımsadığı çocukluğunun içinde silik bir anı olarak kalmıştı bu.

Güneş doğdu. Kuşlar şarkılarını söylerken, çiy taneleri de ısınan havaya direnemeyip buharlaşmaya başladılar. Belli belirsiz bir pus kapladı dağı. Ateşi sönmeye bıraktı, mataralarını ve av bıçağını da bir önlem olarak yanına aldı ve su kaynağına doğru yürümeye başladı. Bu güne kadar vahşi hayvanlarla karşılaştıysa da hemen hepsi bu tekinsiz yaratıktan uzak durmayı tercih etmişti; yıllar önce karşılaştığı engerek hariç. Kaynağa vardığında çevreyi inceledi, birkaç hayvana ait izler gördü, kabaca geldikleri ve gittikleri yönleri, sayılarını ve hangi hayvanlara ait olduğunu anlamaya çalıştı. Bir kayaya oturdu, biraz su içti, ormanın sabah kokusunu derin bir nefesle ciğerlerine doldurdu. Kampına döndü ve çantasında bulabildiği naylon torbaları buruşturup cebine doldurdu. Gelirken yolu üzerinde gördüğü defnelere doğru aşağı inmeye başladı. Yaklaşık bir saat yürüdükten sonra ulaştı defnelere. Torbalarını defne yapraklarıyla doldurdu, iki tane de büyükçe dal kesti av bıçağıyla ve ince bir sicimle kollarından ve ensesinden geçirerek omuzlarının hemen arkasına bağladı bu dalları. Biraz çabayla bu dalları tutup kollarını yana açsa, kocaman bir melek gibi görünecekti uzaktan.

Kampa döndüğünde, sırtında taşıdığı defne dallarını bir kol uzunluğunda kısa parçalara böldü ve bir kısmını sicimle bağlayıp bir süpürge yaptı ve bununla ateşin çevresindeki genişçe bir alanı dikkatlice süpürdü. Süpürmeye ateşin hemen yanından başlayıp dışa doğru bir ışınsal yörünge izliyor ve bittiği yerin ateşin çevresinde tam bir daire oluşturmasına dikkat ediyordu. İşi bittiğinde ateşin çevresinde bir kısmı uçuruma denk gelen bir dairenin üçte ikisi kadar bir çember oluşturmuştu. Torbalarındaki defne yapraklarını temizlediği alana dikkatlice boşalttı ve dışarıda kalan tüm eşyalarıyla birlikte torbaları da çadırının içine koydu. Yaprakları kendi boyuna uyacak biçimde bir yatak gibi ateşin karşısına, kuzey güney doğrultusunda yerleştirdi ve ayırdığı dal parçalarını yastık niyetine başucuna koydu. Ateşi yeniden alevlendirdi. Gün öğleye doğru ilerliyordu. Çevreyi süpürmek için kullandığı süpürgeyi bozdu ve yaprakları teker teker dallarından sıyırıp ateşe attı. Yoğun bir duman oluştu defne kokan, elindeki dal parçalarını da uzattı ateşe doğru. Çırılçıplak kalana dek üzerindekileri çıkarmaya başladı ve giysilerini de çadıra koydu. Defne yatağının üzerine oturup ilk yardım çantası yaptığı küçük, fermuarlı bir çantayı açtı. Çantanın içinden minik plastik bir kutu daha çıkardı, açtı. Üç silahşorlar diyordu onlara; dört farklı ilaç ampulü vardı ve üzerlerinde ne olduklarını kolayca anlamasını sağlayacak sarı, siyah, mavi ve kırmızı bantlar yapıştırılmıştı; Adrenalin, Atropin Sülfat, Kortizon ve Morfin. Olası bir acil durum için kutunun yanına iki adet de enjektör koydu. Çantadan bir de teneke şeker kutusu çıkardı, içindeki şekere benzeyen drajeleri gözleriyle saydı ve iki tanesini yuttu. Evindeki basit laboratuvarında hazırladığı bu şeker taneleri, bileşimini yalnızca kendisinin bildiği sanrılandırıcı bitki ve mantarlarla hazırlanmıştı.

Defne yatağının zeminini örtecek kadar yaprağı yüzeyde bıraktı, kalanı da yatağa uzandıktan sonra bedenini tamamen örtecek biçimde ayaklarından başlayıp boynuna kadar üstüne serdi. Garip bir sıcaklık hissediyordu, sanki derisi soğuyor, içi yanıyor gibiydi. Gökyüzüne bakarken tam tepesinde güneşi gördü ve birden uykuya daldı. Bir çıngıraklı yılanla az önce yaktığı ateşin başında oturuyordu. Yılanın davranışları bizim bildiğimiz kadarıyla saldırgan gibi görünse de o bunun yılanın doğasından kaynaklandığını ve niyetinin saldırmak olmadığını hissedebiliyordu. Yılana “Merhaba” dedi, yılan da ona selam verdi ve bu dağda ne aradığını sordu nazikçe.

“Kendimi” dedi ve uyandı.

Güneş batmak üzereydi. Hemen kendini kabaca gözden geçirdi, hiç kıpırdamamış, üzerinden tek bir yaprak bile düşmemişti. Doğruldu ve ateşe baktı; sönmüş görünüyordu. Batmakta olan Güneşe baktı, gözleri yandı, kavruldu ışığıyla, başına balyozlarla vurdu Güneş. Başını öne eğip ellerinin arasına aldı sıktı bir süre, sonra gevşetti ellerini ama hala bakamıyordu gücünü aldığı tek enerji kaynağına. Ortalık biraz daha karardı, Güneş battı ve tam doğrulacakken bir baykuş keskin bir çığlık atıp sol yanından hızla geçti ve birkaç metre uzağında yere kondu. Üşüyordu ve ateşi canlandırmalıydı; yedekteki odunlarını tek tek ateşe yerleştirdi ve dipteki közleri üflemeye başladı. Olmadı, ateş itaat etmiyordu. Birden ateşin yanında soluna doğru yana düştü ve bazı odun parçalarına bakarken buldu kendini. Kabuklarını gördü ve ateşini canlandıracak bu kabukları hayalinde soydu odunların gövdesinden. Aynı anda o baykuşun keskin çığlığıyla kendine geldi. Doğruldu, kabukları soydu odunların gövdesinden ve sıradan bir işi yapıyormuş gibi ateşin merkezine yerleştirip tutuşturmayı başardı. Işık gözlerini yeniden yaktı ve hızla geri kaçtı ateşten, yaprak yatağına sığındı. Baykuş bu kez sağ tarafına doğru uçmuş, keskin çığlığıyla tekrar uyarmıştı onu. Artık bu baykuşu görmek istemediğini düşündü ve şeker kutusundan bir draje daha attı ağzına. Birkaç dakika içinde yeniden uykuya daldı yaprak yatağında.

Birkaç saniye sonra uyandı.

Uyandığının farkında bile olamadan gözlerini zifiri karanlığa açtı. Ay batmıştı ve onlarca parlak göz kendisine bakıyordu. Gözler sağdan sola, soldan sağa dönüşler yaptığı gibi, soldan sağa ya da tam tersi yönde yarım daireler çizerek onu inceliyordu. Arada bir bazıları kısılıyor ama göz kalabalığından belli belirsiz, garip sesler geliyordu bu kez de. Kısa bir süre sonra kendine geldi, ayağa kalktı ve “Günaydın” dedi ışıldayan gözlere. Ormanın baykuş nüfusunun neredeyse yarısı kampını çevirmişti. Sağındaki gölgeye dönüp “Hadi” anlamında başıyla bir işaret yaptı ve onunla birlikte karanlığın içinde gözden kayboldu.

Arama kurtarma ekipleri iki hafta dağın altını üstüne getirdiler ama Dr. Tamer Bıçaksız’ı hiçbir yerde bulamadılar. Kenan da onun eşyalarını bulduğunda oldukça endişelenmiş ve ısrarla arama, kurtarma çalışmalarının sürdürülmesini istemişti. O yoğun kaygının gölgesinde sırt çantasının ön gözünde günlüğünü buldu Tamer’in. Kapağını açtı ve kapağın içindeki ilk cümleyi sesli olarak okudu elinde olmadan;

“Kendi ölüm acımıza katlanabilmemiz ve yeniden doğmamız kolay değildir.

Pearls”

 

Düş'ün / İlayda Zengin


 
 
Dünleri düşün

 hiç gelmeyecek dünleri

 Yerini yadırgadığın kalpleri

 Arayıp da bulamadığın eşyanı

nasıl birer birer söküldüğünü

İnanç çorabının iplerinden

 Pişmanlıkların

 Kendilerine bile pişman olduğu

 Gitmeyi unuttuğun

 Ya da keşke ile biten yerleri

 Geçmişi düşün

 hiç gelmeyecek geçmişi

 

Bugün doğdum

 Boğaz'dan geçerken doğdum

 ve doğurdum güneşi

 Bizim gibi ağlamadı bağırmadı

dünyaya ilk nefesinde

 

Anlatsam hayatımı oturup

 Bu geceden daha kısa sürer

 Havada sallanan motorların

 disko toplarının sabahın beşine kadar

 Mideleri bulanmadan dönüşü

 Yabancıların bir kat daha yabancılaşması

Herkesten duyulanların

İlk kez söylenmişçesine çıkan tazeliği

 Hazır tazelik demişken

 Bana doğum bilekliği olan gülüşü

 Bir de son diyemediğim öpüşü

 

Aniden yaşamak fiilinin ortasına atmışlar gibi

 Ölüm kıskanmış

beni kendine çekermiş gibi

 Olgunluk çocukluğumu çalıyormuş

Çocukluğum olgunluğumu kovalıyormuş

Elimi kaldırışım bile

 bir anda anlam kazanmış

bir anda önemsizliğe boğulmuş gibi

 ellerinin önemini görünce

 

Yarını düşün

 Yarının geleceğini.

 Düşün

 Yarının geleceği varsa

 Benim de sana geleceğim var

'' ğ '' / Buket Konur




insan bağzen susadıklarını sustuklarıyla açıklayamıyor bayım.
ben gidip bolca çikolata kemiriyorum, bir dişim eksildi; eksilenlerin yanında lafı bile olmaz belki ama bu sebepten yediğim her şeyi ön dişlerimle kemirsem diyorum.
sonra kendi kendimi yerken buluyorum. gözaltlarım mor, yemeğe elmacık kemiklerimden başlıyorum. elmacık kemiklerini diğer bağzı şeylerden daha çok önemsiyorum. en az denizin dibi kadar önemsiyorum. önemsediğim diğer birçok şeyden daha çok.
geçenlerde saçlarımdaki beyazları sayıyordun, bire bin ekleyip eleştirmek en büyük eğlencendi bayım. her şeyi ciddiye aldığımdan beyazlıyorlarmış sana göre, ciddiye alınmadığım yerlerimden öp beni bayım çünkü ben biraz hep böyleyim. erkek olsaydım kravatsız gezmezdim gibisindenim, yok saçlı ve sakallı severim. bir de uzun ince parmaklarını bayım. seni uzun uzun tanımlarım sonra denizin dibine hapsetmek isterim. çünkü en çok bağzenleri önemserim. yine uyurken tüm ışıkları açık bıraktım, korktuğum her şeyi gün ışığına hapsetmenin hazzındayım ama sen okuma bayım, okuma ki korkma biraz bağzen benden.
sonra sarıl sıkıca, sarılmayı uzun yaşamanın sırrı olarak sana verebilirim. ikimizin ilk sırrı bu olsun bayım, göz hizasında bir yerlerde sakla onu; görmeyi beceremeyenler gülemesin.
 


 

Plüton Mutfağı / Huma Kabakcı


Plüton Mutfağı, Işıl Eğrikavuk

Block Universe Festivali kapsamında, Londra, 30-31 Mayıs, The Ned

Ön Gösterim, 25Nisan, Londra Shoreditch House (Soho House)

Birkaç yıl önce, NASA’lı bilim insanları 9. Gezegen olan Plüton’un gezegen statüsünü iptal

ettiler. Plüton artık bir cüce gezegen.

23 Haziran 2016’da, referandum sonrasında, İngiltere de ülke olarak Avrupa Birliği Üyeliği

statüsünü reddettiğini açıkladı. Kısa bir süre içinde İngiltere’nin Avrupa Birliği üyesi olmadığı

ilan edilecek. Günümüzde yalnızca ülkelerin ve gök cisimlerinin statüsünü değil aynı

zamanda tasavvur edilen yaşam koşullarını da tanımlayan bu değişen sınırlar ve coğrafyalar

ve “diğerlerinden” uzaklaşma, Eğrikavuk’un bir sanatçı olarak “Plüton Mutfağı” adlı eseri

yaratmasında ilham kaynağı oldu.

Işıl Eğrikavuk’un Plüton ve İngiltere’nin benzer bir şekilde değişen statüleri üzerine

tasarladığı Plüton Mutfağı adlı performansı, yemek üzerinden kimliğin, sınırların ve

izolasyonun sorgulandığı bir proje. Eğrikavuk bu performans için hem kurgusal Plüton

yemekler yaratıyor, hem de Brexit’i bir performans üzerinden sorguluyor. Performansa dayalı

bu eser için sanatçı Işıl Eğrikavuk, resmi diğer tarafından inceleyecek ve izole bir gezegenin

(dolayısıyla izole bir ulusun) mutfağının neye benzeyeceğini tasavvur edecek.

Eski bir gazeteci ve TV formatlarını parçalarına ayırmaya meraklı bir sanatçı olarak

Eğrikavuk, kitle iletişim kültürünün etkileriyle ilgilenmektedir. Eğrikavuk, daha önceki

eserlerinde, kurgu ve gerçeklik arasındaki çizgileri bulanıklaştıran kurgusal röportajlar,

yayınlar ve talk showlar üzerine senaryolar yaratmıştır. Sanatçı Block Universe festivali ve

Open Space Contemporary için bir temsil şeklinde uzayda kurgusal canlı bir yemek programı

yaratmak ve böylece hem seyirciyi gösteriye dahil etmek hem de onlarla birlikte yemek

yemek istemektedir.




Nigella, Jamie Oliver, Biker Chef ve Ready Steady Cook gibi ünlü TV programlarından

hareketle sanatçı, bu yeni gösteri için absürd bir senaryo oluşturmak istemektedir. Eğrikavuk

İstanbul’da yaşayan şef Vidar Bergum ile birlikte çalışarak gösterinin menüsünü önceden

oluşturacak ve performansı Londra Shoreditch House’da sonra akabinde ise Block Universe

Performans Festivali esnasında The Ned’de Soho House Grubun desteği ile

gerçekleştirecektir.

Mekan ve Tarihler:

Shoreditch House, 1 Ebor St, London E1 6AW (Üyeler içindir).

25 Nisan 2017

The Ned, 27 Poultry, London EC2R 8AJ

30 & 31 Mayıs 2017

Küratörler: Hüma Kabakcı & Louise O’ Kelley

http://blockuniverse.co.uk/

http://www.openspacecontemporary.com

Affet Beni Çocukluğum / Firkan Gülaydın


Her üç ayda bir olduğu gibi yine kendime bir seyahat rotası çiziyordum. Haritayı açtım büyük bir hevesle, gitmediğim yerlere bakıyordum? Sonra çocukluğumun oradan bana baktığını gördüm. Aniden anımsadım, ilk okulda hocamızın tahtaya astığı Dünya haritasını. Mavi okul önlüklü bir çocuktum, ağzım açık öylece haritaya bakıyordum. Bir ders boyunca baktım. Teneffüste tüm sınıf bahçeye çıktığında çok mutlu olmuştum. Çünkü; haritaya daha yakından bakabilecektim ve işte kocaman Dünya karşımda duruyordu. Benimdi! Avuçlarımın içindeydi!

Büyüdükçe o hissiyatla bir daha hiç bakamadım ben Dünya’ya.

Aslında hiç bir şeye bir daha öyle bakamadım ben.

Vapurlara mesela!

 Ben çocukken biliyordum bir gün bir vapura binecektim. Yıllarca beklediğim o ana kavuşacaktım. Sonra büyüdüm işte. Vapurların masal diyarlarına gitmediğini öğrendim, çakmak satan adamın, gitar çalan gençlerin zabıtalarca tartaklandığını gördüm vapurda.

Dostlarıma!

Çocukken iyi futbol oynamayan ama topu olduğu için takıma dahil edilen arkadaştan elde edilen çıkar gibi masum olmadığını öğrendim büyüyen dostlukların. Maskeleri olduğunu öğrendim sonra insanların.

Özleme!

 Eskiden okul zamanı tatili özlerdim, gelirdi tatil. Ben okulu özlerdim. Okul zamanı da gelirdi.

Şimdi; gelmeyeceği bilinen şeylere özlem duymanın çaresizliği öğrendim.

Aşka!

Bir daha asla çocukluğumda baktığım gibi bakamadım. Gofretimi paylaşmak kadar değerli olmadığını öğrendim aşkların. Her aşkın yüreğimde biz iz bıraktığını öğrendim sonra. Ruha nakışlanan yaraları olduğunu.

Sirklere!

Büyük bir hayranlıkla izlediğim fillerin gösterinin ardında derin bir acı yattığını öğrendim. Aslanların terbiye edilmek için günlerce kırbaçlanıp aç bırakıldıklarını. Hayvanlara yapılan zulmü, işkenceyi...

Savaşlara!

Tarih derslerinde ki destansı hikayeleri hep sevdim. Elime bir kılıç alıp geçmişe gidip bende katılmak istedim çoğu zaman. Sonra her savaşın bir cinayet olduğunu öğrendim ve ölenlerin sadece masumlar olduğu.

Zamana!

Akşam ezanına kadar çabuk geçen, matematik derslerinde hiç geçmeyen bir kavramdı benim için. Büyüyünce nasılsa kontrol edebilecektim zamanı. İstersem durdurabilecektim. Öyle olmadığını öğrendim sonra.

Zamanın; geçtikçe içimden; acıtan, yoran, yıpratan bir şey olduğunu öğrendim. Ve asla durdurulamayacağını.

İstanbul’a

Benim için kusursuzdu İstanbul. Filmlerden, resimlerden gördüğüm şu heybetli koca şehir. Esrar kokan sokaklarının olduğunu öğrendim, boğazın serin suları içinde yüzen pet şişeler gördüm sonra. Dolandırıcılar, en güzel manzaraların içindeydiler. İstanbul’un filmlerde ki gibi hep güler yüzlü olmadığını öğrendim.

Otellere!

Bende bir gün otelde kalacaktım. Uçsuz bucaksız havuzunda yüzecek, açık büfesinden dilediğimi yiyecektim. Ticari sevişmeleri olduğunu öğrendim otellerin, vergi kaçıran patronları olduğunu sonra.

Ve kendime!

Her şeyi hak etmediğimi öğrendim. Her denizde yüzemeyeceğimi. Düştüğüm yerlerden kalkmayı. Büyük düşmelerin izlerinin çocukken düştüğümde dizlerimde oluşturduğu yaralar gibi olmadığını öğrendim.

Affet beni çocukluğum.

Ben senin gibi bakmayı beceremedim Dünya’ya. Büyüdüm usulca. Kirlendim. Avuç içlerimde günahlar biriktirdim.

Affet beni çocukluğum. Sen içimde bir yerlerde saklısın biliyorum.

Hiç büyüme e mi? Dünya senin gördüğün gibi bir yer değil çünkü.