Henüz
bir isim vermediğim küçüklerden kız olanının kolumu çekiştirmesiyle daldığım
uykudan sıçrayarak uyandım. Oturduğum taşın üzerinde düşüncelere dalmışken içim
geçmiş, kısa ama tatlı bir uykuya dalmıştım. Hafifçe gerinirken küçük kız
yıpranmış kazağımın kolunu bir kez daha çekiştirdi.
“Acıktım.”
Gözlerinin
içi gülüyordu. Üç yıl önce yıkıntıların arasında onu bulduğum sırada yüzüne
yapışan gülümseme, bedence durmadan büyüse bile hiç değişmemişti. Minik
burnunun, çekik gözlerinin fevkalade bir hoşluk kattığı yüzü, gülümsemesiyle birlikte
daha bir güzelleşiyordu. Eksik ön dişlerini göstererek ağız dolusu gülmeyi
becerebiliyordu. Büyüdüğü zaman muhteşem güzellikte bir Latin kızı olacağı
şimdiden belliydi. Gerçi Latin olmasının artık pek bir hükmü de kalmadı ya.
Küçüğün
elinden tuttuğum gibi geceyi geçirmemiz için seçtiğim ağaçlığa doğru yürüdüm.
Elma ağaçların altında bulduğu çakıl taşlarını birbirine vurarak kendince bir
oyun tutturan diğer evlatlığım ona doğru yürüdüğümüzü görünce sarı saçlarını
savura savura yanımıza koştu. Koyu mavi gözlerini umut dolu bakışlarla
gözlerime dikti.
“Yemek?”
“Evet,
yemek zamanı.” dedim başını okşayarak. Bu erkek olanını da kızı bulmamın hemen
ertesi günü bulmuştum. Çocukların doğum tarihlerini bilmiyorum fakat kızla aynı
yaşta olduklarını tahmin ediyorum. Çok çok aralarında bir iki ay vardır. Onları
bulduğum sırada en fazla üç yaşlarındaydılar.
Neden
olduğunu hala bilmediğim bir sebepten ötürü koskoca gezegende üçümüz vardık.
Arjantin’in en güney ucundan üç yıldır kuzeye doğru ilerliyoruz. Tek bir insan
görmediğimiz gibi, üç yıl öncesine kadar insanların yarattığı devasa
medeniyetin izi bile yoktu. Yolculuğumuz sırasında rastladığımız, hatta içinde
konakladığımız yegâne yapılar; yıkılmış, yok olmuş medeniyetimizin bile tarih
öncesi diye adlandırdığı kadim mabet ve piramitlerdi.
Elma
ağacından her birimiz için birer elma kopardım. Küçük kız elimden kaptığı
elmayı hiç beklemeden dişledi. “Bunu yiyince...” dedi ağzını şapırdatarak;
“Daha çok acıkıyorum.”
Haklıydı.
Ne zaman elma ile karnımızı doyurmaya kalkışsak çok kısa bir süre sonra
eskisinden daha çok bastırıyordu midemizin açlığı. Kafamı kaldırıp dört bir
yanımı çevreleyen ufku taradım gözlerimle. Gözümün görebildiği en uzak
noktalarda bile şimdi altında bulunduğumuz elma ağaçları dışında çalı bile yoktu.
“Sen şimdi bunu bitir, sonra yine bakarız bir şeyler.” diyerek geçiştirdim
ufaklığın beklentisini.
Güneşin
konumuna bakacak olursak en fazla bir-bir buçuk saat sonra hava karanlığa
kesecekti. Yola revan olup, karnımızı daha fazla doyurabileceğimiz yeni bir yer
bulmak için zamanımız olmadığı açıktı. Bu akşam bu elmalarla idare edeceğiz
anlaşılan. Ben bu gece ile ilgili kararlarımı düşünürken sarı oğlan “Bir tane
daha alabilir miyim?” diye sordu. Yaşından beklenmeyecek derecede olgundu.
Şimdi en fazla altı yaşındaydı. Yaşıtı kızın aksine neler olduğunun az buçuk
farkındaydı. Bu dünyada üçümüzden başka kimsenin olmadığını fark etmişti ve
hatırlamadığı kayıplarının omuzlarına yüklediği ağır hüzünle sürdürüyordu bu
göçebe yaşantısını.
Her
birimiz için birer elma daha kopardım ağaçtan. Birer tane çocuklara verdikten
sonra kendim için kopardığımı yemeye koyuldum. Çocuklar elma çekirdeklerinden
uydurdukları oyuna dalınca biraz önce uyandığım taşın üzerine oturdum.
Eski
yaşantımı, özlediklerimi düşünerek bitirdim elmamı. “Ateş yakma zamanı.” diye
uyardı beni sarı oğlan. Kafamı kaldırıp gökyüzüne baktım. Gökyüzünün gün
içindeki sahibi mavi, yavaş yavaş turuncu ve mora bırakıyordu yerini. Sarı
oğlan, ateş zamanını hatırlatmakla kalmamış, her gün yaptığı işi kendiliğinden
yapmış, çalı çırpı, kuru yaprak ve odunları getirip dizmişti. Becerebilse belki
ateşi bile yakacaktı. Beni dikkatle izleyişinden bunu da kısa zamanda
yapacağını tahmin edebiliyordum. Ateş bizi, uyurken vahşi hayvanların
saldırısından koruyordu ilk olarak. İnsan zamanla. korktuğu şeyden kaçmamayı
öğreniyor. Hatta tam tersine mücadelenin başka yollarını bulabiliyor. Bütün
yoksunluğumuza karşın yaşamı devam ettirmenin bir yolunu bulmuştuk işte üç
yıldır.
Ne
olduğunu hiçbir zaman öğrenemedim. Bu iki sabi ile ben nasıl kurtulduk onu da
bilmiyorum. Tek bildiğim şey üç günlük karanlıktan çıktığımda dünyamızın eski
dünya olmadığıydı. Bu kadar soru işaretinin olduğu bir şeyde ancak Tanrı’nın
parmağı olabilirdi. Bir yandan birilerini bulma umudu ile yolculuğumuzu
sürdürürken bir yandan da bu yıkımın ve yok oluşun dünya için iyi olduğunu da
düşünmüyor değilim. Son yıllarda bütün dünya delirmiş gibiydi. Akıl ve izan
cezalandırılıyordu. Kokuşmuşluk, yozluk artık dünyanın sonunun geldiğini bağıra
bağıra söylüyordu. Son yıllarda ne kural kalmıştı, ne kanun. Güçlü olan haklı,
haksız ayrımı yapmadan gücünü zayıfın tepesine vurmaktan çekinmiyordu. Sayıları
gittikçe azalan inançlı insanlar bile bu kadar adaletsizliğin hüküm sürdüğü
dünyaya Tanrı’nın neden müdahale etmediğini dillendirir olmuştu. Vahşet, şiddet
ve ilkellik insanoğlunun doğal davranışı haline gelmişti. Anlaşılan o ki; o çok
bekledikleri müdahale bir şekilde olmuştu ve ne olduysa, nasıl olduysa oldu;
koca yeryüzü iki sabi ile ihtiyar bana ev sahipliği eder hale geldi. Belli ki;
Tanrı yeniden ve doğru dürüst başlanmasını istiyordu belki de. Böyle düşünmek
rahatlatıyordu beni fakat eğer gerçekten böyleyse ve biz üçümüz seçilmişlersek
şahsımın bu olaydaki rolü olabilecek en anlamsız seçimdi. Dünyayı yeni baştan
çok daha iyi kurabilecek daha yetenekli ve henüz insanlığını kaybetmemiş başka
birileri mutlaka vardı.
Bilmiyordum
fakat daha önceleri böyle bir şeylerin olabileceğini hissediyordum dersem
abartmış olmam sanıyorum. Önce rüyalar başlamıştı. Kendimi görüyordum beyaz
taşların arasında. Elimde bir asa ve o yıllarda asla varacağımı düşünmediğim
bir yaşta. Etrafıma bakınıp duruyordum sürekli tekrarlanan rüyalarda.
Şimdi
düşününce bütün işimi, gücümü bırakıp dünyanın bir ucuna seyahat planlamam, tek
başıma hiç bilmediğim bir mağaraya girip, kuyularda mahsur kalmam bile hepsi
ilahi bir oyunun parçalarıydı belki de. Ben ne olacağını bilmesem de “Bir şey
olacak!” diyerek kaçmıştım Türkiye’den. Orada yaşam var mı? Türkiye hâlâ
yerinde mi bilmiyorum, arkadaşlarımdan, ailemden haber almama imkân yok. Bir
medeniyet izi, olanların farkında olan ve anlatabilecek birilerini bulabilirim umuduyla
üç yıldır kuzeye yürüyorduk. Fakat bırakın insan görmeyi eskiden
evcilleştirmeyi becerebildiğimiz hayvanlar bile silinip, yok olmuşlardı.
Dünyanın
yok olduğu sırada Arjantin’in güney ucundaki Ushuaia’daydım. O güzelim kentin hemen
kuzeyindeki dağların içindeki mağaralara girip kuyulara inmek gibi bir delilik
yapmak için gelmiştim. O meşum kuyuya inerken sağlamlığını defalarca kontrol ettiğim
ipim gizli bir el tarafından çözülmüştü ve kendimi kuyunun dibinde bulmuştum.
Neyse ki önemli bir yaralanma olmamıştı. Fakat düşerken yerinden oynattığım
taşlar yüzünden bir bacağım oynatamayacağım bir biçimde sıkışmıştı. Ne kadar
uğraşsam da taşları yerinden kımıldatamamıştım. Üçüncü gün taşlar
kendiliklerinden bırakmıştı bacağımı tutmayı. Hemen yukarı tırmanıp kendimi
mağaradan dışarı atmıştım. Alacağım sıcak duşun, sipariş edeceğim nefis
yemeklerin lezzetini hayal ederek şehre inerken burnuma dolan ufunet, kurduğum
küçük hayalin asla gerçekleşmeyeceğini daha o anda hissettirmişti.
Şehrin
yerinde yeller esiyordu. O güzelim binalar, evler caddeler, tuzla buz olmuştu.
Çıldırmış gibi bir sağa bir sola koşturduğumu hatırlıyorum. Neler olduğunu
anlatabilecek birilerini bulmayı umuyordum ama cesetler bile tuzla buz olmuştu.
Sağ kalanlar belki kaçmıştır diyerek işime yarayacak, en azından açlığımı
bastıracak bir şeyler aramaya koyulduğum sırada görmüştüm küçük kızı. Beni
görünce doğrudan yüzüme bakıp, gülüvermişti. Taşların arasında oturuyor ve
sanırım canlı birini görmenin sevinciyle gülümsemişti. İncitmemeye dikkat
ederek taşların arasından kucağıma aldığımda altının pis olduğunu fark ettim.
Yürümeyi zorlaştıran molozların arasından doğruca sahile inip, Atlas
Okyanusu’nun serin suların yıkadım ufaklığı. Sırt çantamdan gereksiz
malzemeleri atarak içine yerleştirdim ve sırtıma aldım. Açlığım ve küçüğün de
aç olabileceği fikriyle yiyecek bir şeyler aramak için yıkıntıların arasında
bir süre dolaştım. Ertesi gün de ormanın ortasında tek başına ağlarken
bulmuştum sarı oğlanı.
Durmadan
kuzeye doğru ilerlememizin başlardaki sebebi bulunduğumuz bölgenin güneyin,
doğusu ve batısının okyanus ile çevrili olmasıydı. İlk birkaç ay oldukça zor
geçti. Modern dünyanın kolaylıklarına alışkın biri olarak kendi yiyeceğini
doğadan bulup çıkarmak zorunda kalmaktan kötü bir şey olmadığını düşünüyordum.
Fakat sonra ilk kışımızı yaşadığımızda sıcak yaz günlerinde yiyecek bulmanın o
kadar da zor olmadığını anladım. Seneler geçtikçe durumumuza alıştım.
Çocukların gözümün önünde büyümesi ve insanoğlunun varlığını bu iki pırlanta
ile devam ettireceğine inanmak bütün zorlukları aşmam için bir güç, bir dayanak
oldu.
Evet,
ben ne kadar süre onlarla beraber devam edebilirim bilmiyorum, ama bir gün
aralarından ayrılmak zorunda olacağım kesin. Bildiğim her şeyi bu iki sabiye
anlatmak için yanıp tutuşuyorum. Hafızalarının anlatacağım her şeyi
hatırlayacak kadar gelişmesini sabırsızlıkla bekliyorum. Onlara geçmişi,
kendilerini nasıl koruyacaklarını kolaylıkla anlatabilirdim. Bir zaman sonra ben
olmayacağım ve benden sonra akıllarına yerleşecek sorularla tek başlarına cevap
bulmak zorunda kalacaklar. Yüzlerine her baktığımda zihnimi meşgul eden tek bir
soru var. Düşünmeye fırsat bulduğum her fırsatta kendimi yiyip bitirdiğim tek
bir soru…
Onlara
Tanrı’yı anlatmalı mıyım?
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder