23 Nisan 2017 Pazar

Sondan Sonra / Achilles Valentin


 
Henüz bir isim vermediğim küçüklerden kız olanının kolumu çekiştirmesiyle daldığım uykudan sıçrayarak uyandım. Oturduğum taşın üzerinde düşüncelere dalmışken içim geçmiş, kısa ama tatlı bir uykuya dalmıştım. Hafifçe gerinirken küçük kız yıpranmış kazağımın kolunu bir kez daha çekiştirdi.

“Acıktım.”

Gözlerinin içi gülüyordu. Üç yıl önce yıkıntıların arasında onu bulduğum sırada yüzüne yapışan gülümseme, bedence durmadan büyüse bile hiç değişmemişti. Minik burnunun, çekik gözlerinin fevkalade bir hoşluk kattığı yüzü, gülümsemesiyle birlikte daha bir güzelleşiyordu. Eksik ön dişlerini göstererek ağız dolusu gülmeyi becerebiliyordu. Büyüdüğü zaman muhteşem güzellikte bir Latin kızı olacağı şimdiden belliydi. Gerçi Latin olmasının artık pek bir hükmü de kalmadı ya.

Küçüğün elinden tuttuğum gibi geceyi geçirmemiz için seçtiğim ağaçlığa doğru yürüdüm. Elma ağaçların altında bulduğu çakıl taşlarını birbirine vurarak kendince bir oyun tutturan diğer evlatlığım ona doğru yürüdüğümüzü görünce sarı saçlarını savura savura yanımıza koştu. Koyu mavi gözlerini umut dolu bakışlarla gözlerime dikti.

“Yemek?”

“Evet, yemek zamanı.” dedim başını okşayarak. Bu erkek olanını da kızı bulmamın hemen ertesi günü bulmuştum. Çocukların doğum tarihlerini bilmiyorum fakat kızla aynı yaşta olduklarını tahmin ediyorum. Çok çok aralarında bir iki ay vardır. Onları bulduğum sırada en fazla üç yaşlarındaydılar.

Neden olduğunu hala bilmediğim bir sebepten ötürü koskoca gezegende üçümüz vardık. Arjantin’in en güney ucundan üç yıldır kuzeye doğru ilerliyoruz. Tek bir insan görmediğimiz gibi, üç yıl öncesine kadar insanların yarattığı devasa medeniyetin izi bile yoktu. Yolculuğumuz sırasında rastladığımız, hatta içinde konakladığımız yegâne yapılar; yıkılmış, yok olmuş medeniyetimizin bile tarih öncesi diye adlandırdığı kadim mabet ve piramitlerdi.

Elma ağacından her birimiz için birer elma kopardım. Küçük kız elimden kaptığı elmayı hiç beklemeden dişledi. “Bunu yiyince...” dedi ağzını şapırdatarak; “Daha çok acıkıyorum.”

Haklıydı. Ne zaman elma ile karnımızı doyurmaya kalkışsak çok kısa bir süre sonra eskisinden daha çok bastırıyordu midemizin açlığı. Kafamı kaldırıp dört bir yanımı çevreleyen ufku taradım gözlerimle. Gözümün görebildiği en uzak noktalarda bile şimdi altında bulunduğumuz elma ağaçları dışında çalı bile yoktu. “Sen şimdi bunu bitir, sonra yine bakarız bir şeyler.” diyerek geçiştirdim ufaklığın beklentisini.

Güneşin konumuna bakacak olursak en fazla bir-bir buçuk saat sonra hava karanlığa kesecekti. Yola revan olup, karnımızı daha fazla doyurabileceğimiz yeni bir yer bulmak için zamanımız olmadığı açıktı. Bu akşam bu elmalarla idare edeceğiz anlaşılan. Ben bu gece ile ilgili kararlarımı düşünürken sarı oğlan “Bir tane daha alabilir miyim?” diye sordu. Yaşından beklenmeyecek derecede olgundu. Şimdi en fazla altı yaşındaydı. Yaşıtı kızın aksine neler olduğunun az buçuk farkındaydı. Bu dünyada üçümüzden başka kimsenin olmadığını fark etmişti ve hatırlamadığı kayıplarının omuzlarına yüklediği ağır hüzünle sürdürüyordu bu göçebe yaşantısını.

Her birimiz için birer elma daha kopardım ağaçtan. Birer tane çocuklara verdikten sonra kendim için kopardığımı yemeye koyuldum. Çocuklar elma çekirdeklerinden uydurdukları oyuna dalınca biraz önce uyandığım taşın üzerine oturdum.


Eski yaşantımı, özlediklerimi düşünerek bitirdim elmamı. “Ateş yakma zamanı.” diye uyardı beni sarı oğlan. Kafamı kaldırıp gökyüzüne baktım. Gökyüzünün gün içindeki sahibi mavi, yavaş yavaş turuncu ve mora bırakıyordu yerini. Sarı oğlan, ateş zamanını hatırlatmakla kalmamış, her gün yaptığı işi kendiliğinden yapmış, çalı çırpı, kuru yaprak ve odunları getirip dizmişti. Becerebilse belki ateşi bile yakacaktı. Beni dikkatle izleyişinden bunu da kısa zamanda yapacağını tahmin edebiliyordum. Ateş bizi, uyurken vahşi hayvanların saldırısından koruyordu ilk olarak. İnsan zamanla. korktuğu şeyden kaçmamayı öğreniyor. Hatta tam tersine mücadelenin başka yollarını bulabiliyor. Bütün yoksunluğumuza karşın yaşamı devam ettirmenin bir yolunu bulmuştuk işte üç yıldır.

Ne olduğunu hiçbir zaman öğrenemedim. Bu iki sabi ile ben nasıl kurtulduk onu da bilmiyorum. Tek bildiğim şey üç günlük karanlıktan çıktığımda dünyamızın eski dünya olmadığıydı. Bu kadar soru işaretinin olduğu bir şeyde ancak Tanrı’nın parmağı olabilirdi. Bir yandan birilerini bulma umudu ile yolculuğumuzu sürdürürken bir yandan da bu yıkımın ve yok oluşun dünya için iyi olduğunu da düşünmüyor değilim. Son yıllarda bütün dünya delirmiş gibiydi. Akıl ve izan cezalandırılıyordu. Kokuşmuşluk, yozluk artık dünyanın sonunun geldiğini bağıra bağıra söylüyordu. Son yıllarda ne kural kalmıştı, ne kanun. Güçlü olan haklı, haksız ayrımı yapmadan gücünü zayıfın tepesine vurmaktan çekinmiyordu. Sayıları gittikçe azalan inançlı insanlar bile bu kadar adaletsizliğin hüküm sürdüğü dünyaya Tanrı’nın neden müdahale etmediğini dillendirir olmuştu. Vahşet, şiddet ve ilkellik insanoğlunun doğal davranışı haline gelmişti. Anlaşılan o ki; o çok bekledikleri müdahale bir şekilde olmuştu ve ne olduysa, nasıl olduysa oldu; koca yeryüzü iki sabi ile ihtiyar bana ev sahipliği eder hale geldi. Belli ki; Tanrı yeniden ve doğru dürüst başlanmasını istiyordu belki de. Böyle düşünmek rahatlatıyordu beni fakat eğer gerçekten böyleyse ve biz üçümüz seçilmişlersek şahsımın bu olaydaki rolü olabilecek en anlamsız seçimdi. Dünyayı yeni baştan çok daha iyi kurabilecek daha yetenekli ve henüz insanlığını kaybetmemiş başka birileri mutlaka vardı.

Bilmiyordum fakat daha önceleri böyle bir şeylerin olabileceğini hissediyordum dersem abartmış olmam sanıyorum. Önce rüyalar başlamıştı. Kendimi görüyordum beyaz taşların arasında. Elimde bir asa ve o yıllarda asla varacağımı düşünmediğim bir yaşta. Etrafıma bakınıp duruyordum sürekli tekrarlanan rüyalarda.

Şimdi düşününce bütün işimi, gücümü bırakıp dünyanın bir ucuna seyahat planlamam, tek başıma hiç bilmediğim bir mağaraya girip, kuyularda mahsur kalmam bile hepsi ilahi bir oyunun parçalarıydı belki de. Ben ne olacağını bilmesem de “Bir şey olacak!” diyerek kaçmıştım Türkiye’den. Orada yaşam var mı? Türkiye hâlâ yerinde mi bilmiyorum, arkadaşlarımdan, ailemden haber almama imkân yok. Bir medeniyet izi, olanların farkında olan ve anlatabilecek birilerini bulabilirim umuduyla üç yıldır kuzeye yürüyorduk. Fakat bırakın insan görmeyi eskiden evcilleştirmeyi becerebildiğimiz hayvanlar bile silinip, yok olmuşlardı.

Dünyanın yok olduğu sırada Arjantin’in güney ucundaki Ushuaia’daydım. O güzelim kentin hemen kuzeyindeki dağların içindeki mağaralara girip kuyulara inmek gibi bir delilik yapmak için gelmiştim. O meşum kuyuya inerken sağlamlığını defalarca kontrol ettiğim ipim gizli bir el tarafından çözülmüştü ve kendimi kuyunun dibinde bulmuştum. Neyse ki önemli bir yaralanma olmamıştı. Fakat düşerken yerinden oynattığım taşlar yüzünden bir bacağım oynatamayacağım bir biçimde sıkışmıştı. Ne kadar uğraşsam da taşları yerinden kımıldatamamıştım. Üçüncü gün taşlar kendiliklerinden bırakmıştı bacağımı tutmayı. Hemen yukarı tırmanıp kendimi mağaradan dışarı atmıştım. Alacağım sıcak duşun, sipariş edeceğim nefis yemeklerin lezzetini hayal ederek şehre inerken burnuma dolan ufunet, kurduğum küçük hayalin asla gerçekleşmeyeceğini daha o anda hissettirmişti.

Şehrin yerinde yeller esiyordu. O güzelim binalar, evler caddeler, tuzla buz olmuştu. Çıldırmış gibi bir sağa bir sola koşturduğumu hatırlıyorum. Neler olduğunu anlatabilecek birilerini bulmayı umuyordum ama cesetler bile tuzla buz olmuştu. Sağ kalanlar belki kaçmıştır diyerek işime yarayacak, en azından açlığımı bastıracak bir şeyler aramaya koyulduğum sırada görmüştüm küçük kızı. Beni görünce doğrudan yüzüme bakıp, gülüvermişti. Taşların arasında oturuyor ve sanırım canlı birini görmenin sevinciyle gülümsemişti. İncitmemeye dikkat ederek taşların arasından kucağıma aldığımda altının pis olduğunu fark ettim. Yürümeyi zorlaştıran molozların arasından doğruca sahile inip, Atlas Okyanusu’nun serin suların yıkadım ufaklığı. Sırt çantamdan gereksiz malzemeleri atarak içine yerleştirdim ve sırtıma aldım. Açlığım ve küçüğün de aç olabileceği fikriyle yiyecek bir şeyler aramak için yıkıntıların arasında bir süre dolaştım. Ertesi gün de ormanın ortasında tek başına ağlarken bulmuştum sarı oğlanı.

Durmadan kuzeye doğru ilerlememizin başlardaki sebebi bulunduğumuz bölgenin güneyin, doğusu ve batısının okyanus ile çevrili olmasıydı. İlk birkaç ay oldukça zor geçti. Modern dünyanın kolaylıklarına alışkın biri olarak kendi yiyeceğini doğadan bulup çıkarmak zorunda kalmaktan kötü bir şey olmadığını düşünüyordum. Fakat sonra ilk kışımızı yaşadığımızda sıcak yaz günlerinde yiyecek bulmanın o kadar da zor olmadığını anladım. Seneler geçtikçe durumumuza alıştım. Çocukların gözümün önünde büyümesi ve insanoğlunun varlığını bu iki pırlanta ile devam ettireceğine inanmak bütün zorlukları aşmam için bir güç, bir dayanak oldu.

Evet, ben ne kadar süre onlarla beraber devam edebilirim bilmiyorum, ama bir gün aralarından ayrılmak zorunda olacağım kesin. Bildiğim her şeyi bu iki sabiye anlatmak için yanıp tutuşuyorum. Hafızalarının anlatacağım her şeyi hatırlayacak kadar gelişmesini sabırsızlıkla bekliyorum. Onlara geçmişi, kendilerini nasıl koruyacaklarını kolaylıkla anlatabilirdim. Bir zaman sonra ben olmayacağım ve benden sonra akıllarına yerleşecek sorularla tek başlarına cevap bulmak zorunda kalacaklar. Yüzlerine her baktığımda zihnimi meşgul eden tek bir soru var. Düşünmeye fırsat bulduğum her fırsatta kendimi yiyip bitirdiğim tek bir soru…

Onlara Tanrı’yı anlatmalı mıyım?

 

 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder