21 Temmuz 2017 Cuma

Karıncalar Gibi Yaşamak / Firkan Gülaydın



Olabildiğince sessiz adım atmaya çabaladı ve ağacın dallarında bir oraya bir buraya atlayan minik sincaba yakın olmaya çalıştı. Bastığı yerleri özenle seçti. Kısa bir süre hareketsiz kaldıktan sonra, yaklaşık yirmi dakikadır peşinden gittiği ufaklığın fotoğrafını sonunda çekebilmişti. Nostalji şeyleri seviyordu nitekim, halen analog makine kullanıyor ve fotoğrafçı arkadaşı onları banyolarken yanında olup ona eşlik etmeyi seviyordu.

Beyaz tenli kız. Uzunca bir süre bu yolculuğun hayalini kurmuştu. Hep düşlediği şey; tek başına bir ‘yol’du’ . Şarkılar söylemeli, fotoğraflar çekmeli ve belki de hayvanlarla konuşup, onlara başından geçen saçma şeyleri anlatmalıydı...

Sonunda işlerin, yoğunluğun, vakit bulamamanın bahaneleri ardına sığınmaktan vazgeçmiş.

Ve yola çıkmıştı...

Yol...

Sonunda çok lüks sayılmayan ama külüstür olmanın hakkını da vermeyen minik arabasıyla yola çıkabilmişti. Bir kağıt parçasına kendince çizdiği rotasını yan koltuğa koymuştu. O an kendisini Piri Reis gibi hissetmekten alıkoyamadı. Bir süre sonra aslında yola çıkmasına engel olan şeyin, bahaneler değil korku olduğunu fark etti.

Biraz korku, biraz heyecan ama çokça mutluluk yaşıyordu. Heybesinde o an ki hislerini ifade edebilecek cümleleri yoktu. Dağların yükseldiği yerlere doğru gitmeye başladı. Hani elini uzatsa gökyüzüne değecek kadar yakın. Ama ulaşamayacağı kadar heybetli.

Yol boyunca evde ki kedilerini düşündü. Keşke onları da yanıma alsaydım diye iç geçirdi. En sevdiği şarkı radyoda çalmaya başladı. Sesi açtı, camları indirdi. Kumral saçları rüzgar ile dans ederken o dağın zirvesine yılan gibi tırmanan yol boyunca tam gaz devam etti...

6 Gün...

Yolculuğunun altıncı günü bitmek üzereydi. Bu süre içinde iki butik otelde konaklamıştı. Kalacağı oda da bir gece bile geçirecek olsa orayı hemen evi gibi benimsiyor, kuruluyordu. Bir defasında bir iş için çıktığı şehir dışında uzunca bir süre otel odasında konaklamıştı. Odanın perdesini bile değiştirmişti. Hani şu nostalji diyebileceğimiz genelde kıraathanelerin camlarında gördüğümüz perdeler vardır ya, işte onları çok seviyordu.

İnsanlardan nefret etmiyor ama yaşamına da kolay kolay kimseyi almıyordu. Az insan, az eşya, çok huzur... Onun yaşam felsefesinin yapı taşları gibiydi. Kaldığı ikinci otelin hemen yanı başında minik bir meyhane gördü ve bir akşam oraya gitti. Ellili yaşlarında bir adam ve sevecen karısı işletiyordu. En fazla beş masası vardı. Hiç tanımadığı bu iki insanla sohbet etmiş, kaynaşmış ve yaşam hikayesine anlatabileceği ve anımsayacağı güzel anlar eklemişti.

Bilmediği küçük kasabalar geçiyor, gittiği yerlerin tarihi konaklarını, hamamlarını, antik kentlerini gezip, yeni şeyler öğrenmeyi ihmal etmiyordu.

İnsanlardan uzaklaştıkça, daha çok doğa ile baş başa kaldığında, içine garip bir ürperti doğuyor ama çok geçmeden bu his yerini derin bir huzura bırakıyordu. Hayvanları düşünüyor, Tanrı’ya yaşadığı her şey için, tüm iyi ve kötü zamanlar için şükrediyordu. O an bir kitapta okuduğu ‘’Allah belanı versin’’ kelimesinin aslında bilindiğinin aksine iyi bir şey ifade ettiğini anımsıyor ve güzel yüzüne; ona çok yakışan o sımsıcak tebessümü düşüyordu.

Büyük şehirlerden uzaklaştıkça, insanların yaşama ve birbirlerine olan saldırganlıklarının da azaldığını fark etmişti. İnsanlar bu bölgelerde sanki daha naif ve duruydular...

Karınca Yuvası...

Yolculuğunun artık son günleriydi. On yedi gün geçmişti. Ne çok şey deneyimlemişti. Kısa bir zaman gibi olsa da onun için yılların tecrübesi bu kısacık günlerin içine sığmaya yetmişti. En çokta yüreği ve ruhu hafiflemişti. Çünkü; hayali gerçek olmuştu.

Aslında bir çok kişi onun yaşamını hayal ediyordu. Yerinde olmak isteyen on binlerce insan vardı. Bir başkası bu beyaz tenli kızın yerinde olsa kim bilir ne farklı hayaller kurardı. Büyük hayaller. Popüler hayaller. Ama o yaşamın ‘ farkında’ olan ender insanlardandı. En büyük hayali tek başına bir yolculuktu ve şimdi bu gerçek olmuştu. Sıra kendisinden çok başkalarının yüreğine dokunabilecek bir şeydeydi. Bir sanat kampı kurmak, yetenekli çocuklara resim yapmayı öğretmek, ihtiyacı olanı burslu okutmak ve genç ressamlara fayda sağlamak gibi kutsal bir görev edinmişti. Şimdi bunun için çabalayacaktı. 

Arabayı bıraktığı yerden yaklaşık iki kilometre kadar kuzeye doğru yürüdü.. Bir kayanın üzerine oturdu. Karşıda ki manzarayı izlerken bir yandan da glutensiz ekmeğin içine sürdüğü reçeli yiyordu. Yolculuğundan kısa bir süre önce çölyak teşhisi konmuştu. O an evde kendi yaptığı pilavı özlediğini fark etti. En çok sevdiği yemekti. Ve kendisi de bu konuda iddialıydı. Hatta geçenlerde tanıştığı bir şef ile bu konuda iddiaya girmişti ve İstanbul’da buluştuklarında ikisi de aynı malzemeler ile pilav yapacak kiminki kötü olursa diğerine istediği bir hediyeyi aldıracaktı.

İştahla yemeğini yerken tırnakları dikkatini çekti. Kırmızı ojelerinin yarısı çıkmıştı. ‘‘Ahh dedi, ne pasaklı bir kız oldum ben böyle! Arkadaşlarım görse dalga geçerler.’’ Gülümsemesi. Ama doğallığı her zaman seviyordu. Çünkü; yaşamın temelinde de bunu barındırdığına inanıyordu.

Ayağa kalkıp yoluna devam etmek üzereyken bir ağaç gövdesine kazınan isim dikkatini çekmişti. ‘Zeynep’, o da adının Zeynep olmasını hep istemişti. Bu tatlı tesadüfe de gülümsedi.

Yüz metre kadar daha yürüdükten sonra yönü güneye dönük bir karınca yuvasına rastladı. Bir zincir şeklini oluşturmuş ve hızla hareket eden hayvanları izledi bir süre. Nasılda kusursuzdular. Var güçleri ile çalışıyor, yuvalarına yemek götürüyor, yardımlaşıyorlardı. Tek dertleri ‘yaşamak’tı’. Sadece yaşamak. Onlar insan ırkı gibi değildi. Birbirlerine savaş açmıyor, yiyecek için, toprak için bir birlerini katletmiyordu. Bir süre daha bu kusursuz düzeni izledikten sonra, işaret parmağını onların yolunu kesecek şekilde toprağa koydu. Tepkilerini merak ediyordu. Ama o hayvancıklar bunu umursamadı bile. Parmağının yanından geçip tekrar hızla yol aldılar.

Onlara baktı. Dünya’nın ne kadar büyük olduğuna sonra. Sonra Evren’i düşündü. Dünya’nın o sonsuzluk içinde bir karınca kadar bile yer kaplamadığını.

Sonra acılarını anımsadı, aşklarını ve o aşkların yüreğinde bıraktığı izi geçmez yaraları. Geçen gün arkadaşına sinirlenip telefonu var gücü ile yere fırlatmasını.

İnsanların bazen ne kadar gereksiz şeylere kızıp, dert ettiğini düşündü. Büyük şehirlerin beton yığını sokakları içinde insanların yaşama mücadelesi verirken aslında hiç yaşamadıklarını...

Çok şey geçti aklından, yüreğinden...

Bunu sık sık yapacağım dedi. Biraz uzaklaşmak, yalnız kalmak ona o kadar iyi gelmişti ki. Bir şeyleri sorgulamış, bir nevi meditasyon yapmış, bol bol oksijen alarak sağlığına da katkı yapmıştı. Daha az sigara içmişti. Bir balıkçının tutuğu taze balıklardan yediği için döndüğünde B12 iğnesi bile olmayacaktı hatta.

O gün akşam oteline döner dönmez bavulunu hazırlamak yerine hemen boyalarını çıkardı. Ufak bir atölye kurdu. Filtre kahvesini hazırladı. Sonra sabaha kadar uyumadı ve ‘’Karıncalar gibi yaşamak’’ adlı eserini yaptı.

On bir ay sonra...

Sanat kampı son bulmuştu. Camiada fazlaca ses getirmişti. Yapılan sergide ki bir çok resim iyi fiyatlara alıcı bulmuştu.

Gala gecesi;

Kültürel müze tarafından hikayesi olan tablolar adlı yarışmada birincilik ödülüne layık görülen ve koruma altına altına eser sahnenin göbeğinde görüldü. Tüm spotlar ve gözler bu sanat eserine çevrilmişti.

Ela gözlü kız o an bir kelebek gibiydi. Heyecandan titriyordu. Göz yaşları yanaklarından süzülüyor tüm güzel yüz hatlarını geçtikten sonra çenesinin altından yere düşüyordu. Ne sevinç ne hüzündü bunlar. Bir hayalin gerçek olmasıydı. Hatta bundan da ötesi. İnsanların -en azından küçük bir kısmı olsa bile- onu anlamasıydı, aynı pencereden bakabilmeleriydi ve güzel kızın her zaman olduğu gibi binlerce insana ilham olabilmesiydi..

‘’Karıncalar gibi yaşamak’’ adlı eser karşıdaydı.

Bir insan figürü. İnsanın avuç içlerinde, kalbinde ve beyninde karıncalar vardı.

Karıncalar gibi paylaşımcı ol, karıncalar gibi merhametli ol, karıncalar gibi düşün mesajı veriyordu.

Aynı zamanda bu eser Avrupa’da yılın en barışçıl mesajı olarak tescillendi.

O hafta bu eser için genç bir yazarın yazdığı şu cümle manşetlerde sıkça yer aldı;

‘’Karıncalar gibi yaşamak!’’ Son zamanlarda duyduğum en adaletli cümle...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder